Nevzat Köseoğlu Yazıları; Ufka Bakmak
Nevzat Köseoğlu│Ufka Bakmak
Zaman zaman, çok iyimser olduğumu söyleyenler oluyor. Onlara, başlarını günlük siyasetten çıkarıp, ileriye, ufka doğru bakmalarını söylüyorum. Buna rağmen bir şey göremiyorlarsa, o zaman da kendilerine bakmalarını, çünkü sorunun burada olabileceğini hatırlatıyorum.
Görebilmek için sadece bakmak yetmeyebilir; ne aradığını da bilmek gerekir. Üslupsuz siyaset kavgalarının insanları körleştirdiği ortamlarda gerçeği, gösterildiği gibi değil, olduğu gibi görebilmek sanıldığı kadar kolay olmaz. Aradığını bilmek de yetmez. Eskiler, göz, imanın ışığında görür demişlerdir. Eğer kıbleniz yanlış ise, yani milli imanınız zayıf ise milletinize, kültürünüze olan inancınızı kaybetmiş, uyduluklarda dolaşıyorsanız, gözünüz görse de, karanlıkta bir şey göremezsiniz. Önce kıblenizi bu milletinkine çevirin; Türk milletinin gücüne inanın, Türk milletinin geleceğine inanın ve ona bağlanın. O zaman görmeye başlayacaksınız; o zaman gördükleriniz anlam kazanacaktır. Rahmetli Dündar Taşer çok yıllar önce, 'Türk milletinin tarihî sarkacı yukarıya dönmüştür, onu hiç kimse durduramaz.' demişti. Ben buna inananlardanım; gördüklerim de ona göredir. Keşke o da, yüz on ülkeden Türkçe yarışmak için toplanan şu çocukları görebilseydi...
1990'lardan bu yana dünyamızın çehresi değişti, Türk dünyası gerçeği ortaya çıktı; dünyadaki sınırlar kırılmaya başladı; fakat bunun Türkiye için açtığı imkânların farkına varamayan yahut kırk yıllık alışkanlıklarından geçemeyenler, hangi merkezlerin pompaladığı belirsiz komplo teorileri yaveleyerek, kendi gönülleriyle birlikte milletin ufkunu da karartmaya başladılar. Her değişme toplum için ürkütücüdür. Değişmenin tehlikelerini abartarak toplumun karşısına çıkmak, onu iyice ürkütmek marifet değildir. Bir de değişmelerin getirdiği imkânlar vardır. Bu toplumun okumuşları bu imkânları kendi halkı için gösterip açmadıkça, ona yol yordam göstermedikçe, aydınlığa nasıl çıkılacaktır? Şunu, gönül gözü açık hiç kimse unutmamalıdır: Değişmenin getirdiği imkânlardan en iyi yararlanan, değişmeyi dizginleyip yön veren, yani atı sırtına almaya çalışan değil, ona binip dizginini kullananlar kazanacaktır. Deli at üstüme geliyor diye feryat ederek kaçan hiçbir binici tarihe ad bırakmamıştır. Yönü ne olursa olsun değişmeyi kendi başına bir değer zanneden kıblesizler de, toplumun intibakını -yani bir anlamda kendi kimliğine duyarsızlaşmasını- başarı diye alkışlar ve kolaylaştırmaya çalışırlar. Onlar vatansever duygular taşısalar da zihnî sefalet içindedirler. En iyileri, kimliksiz ve kişiliksiz bir refah toplumu olmayı ülkü olarak seçmiş gibidirler.
Birincilerin eleştirileri niyet olarak, milli şuuru uyanık tutmak içindir; elbette ki baş üstündedir. Ancak, bu uyarılar milli hayatiyeti, toplumsal gerilimi, kendine inancı, gelecek ümit ve hayallerini kemirecek düzeyde ise milliyetçiler, her türden vatanseverler, bu toprağa ve bu bayrağa bağlı olanlar, geleceğini bu değerlerin istikbalinde görenler, orada durmalı ve iyice düşünmelidirler. Yıllardır yaşadığımız siyaset ortamında, bu idrak ve duyarlıklar içinde particilik yapmanın çok zor olduğunu biliyorum; ama başka bir ahlakî ve millî yol olduğunu da bilmiyorum. Siyaset yapacak olanların, sıradan insanlar olmanın üstüne çıkmaları gerektiğini de anlamış olalım. Milletin gelecek ümidini yıktıktan, kendine güvenini kaybettirdikten, onu, uluslararası güçlerin elinde musalladaki meyyit haline soktuktan sonra, alın, demokrasiniz de, çok partili rejiminiz de sizin olsun! Hayatı yapan, medeniyetleri kuran, toplumların hayat gerilimidir; siz onu "Ört ki ölem" derecesine indirdikten sonra, o toplumdan ne bekleyebilirsiniz? Maddeten ve manen yerlerde sürünen insanlarla demokrasi olmayacağını, ümitsiz ve imansız hayat olmayacağını anlayamadıktan sonra, siz bu millete ne verebilirsiniz?
Bir haftadır süren 6. Türkçe Olimpiyatları'nı bu duygu ve düşünceler içinde izledim. Dünyanın yüz on değişik ülkesinden gelmiş beyaz, siyah, sarı çocuklar bu milletin istikbalini haykırıyorlar, bu milletin yaşama ve büyüme iradesini dillendiriyorlardı. O güzel çocuklar, binlerce yıllık görkemli bir kültürün her renkten açan çiçekleri gibi göründüler. Onları seyrederken hayalimin sınırı yoktu. Bana bu güzellikleri yaşatan, ümitlerimizi kanatlandıran başarıların arkasında, Türk'ün temiz mayasını temsil eden Anadolu'nun sessiz ve gösterişsiz insanları vardı. Onlara olan şükran duygularımı ifade etmeye kalksam mübalağadan kurtulamayacağım; inanmak güzel şeydir, deyip geçeyim... Fakat, imanın yaratıcı kudretini, Yesevi'nin, Hacı Bektaş'ın 21. yüzyıldaki torunlarında görün ve iyice görün demekten de geri duramayacağım.
Bir Moğol velisinin gülümseyen yumuk gözlerindeki, bir Afrikalı ananın kavruk yüzündeki ifadeyi anlamlandırmaya çalıştınız mı? Ben size söyleyeyim: Gördükleri karşılıksız sevginin, diğerkâmlığın, fedakârlıkların şaşkınlık ve inanmakta zorluk çeken ürkekliği var. Onlar bugüne kadar insanlığın hep kahpe yüzünü görmüşler; şimdi Anadolu'nun erenleriyle insanı ve hayatı yeniden kavramaya çalışıyorlar.
Unutmayın; iyi bir Müslüman iyi bir insan demektir. Eğer bu insan Türk ise, insanlığı nefsinde cem etmiş olgun bir Türk demektir. Bu insan sevilmez mi, bu insana güvenilmez mi? Bu insanın altından kalkamayacağı yük var mıdır? Madagaskar'da görev yapan öğretmen, disipline etmekte zorlandıkları bir çocuğun okuldan atılmaması için annesinin döktüğü gözyaşlarını anlatıyor, "Çocuk sizlerden ayrılırsa ne hale geleceğini siz bilemezsiniz." diyor. Brezilyalı anne, Türk öğretmenlerin bu insan taraflarını anlatıyor ve eğitimin adını koyuyor, çocuklarımıza evrensel insanî değerleri kazandırıyorlar, diyor. Eğitim dediğiniz şeyin özü de çerçevesi de bu değil mi? At yarışlarına dönen eğitim hayatımızda noksan olan da bu değil mi? Bu evrensel değerlerin Türk üslubunda kazandırıldığını, çünkü eğitenlerin Anadolu çocukları olduğunu, bunun ne demeye geldiğini anlıyor musunuz?
Beyaz gelinlik başlığı külahının altında bir papatya güzelliği ile sahneye çıkan Kırgız kızı, Sultan Murat Han'ın bestesi bir ilahi okudu: Uyan ey gözlerim, gafletten uyan! Ardından gök mavisi tüller içinde Kazak kızı, Necip Fazıl'ın Sakarya şiirini okudu; isyanım yine kabardı; ama Türkiye'nin sınırlarını çoktan aşmıştım... Cins şiirler böyledir, işaretleri değişir ama anlamlarını kaybetmezler... Sonra Kamboçyalı çocuk çıktı; Atabar türküsünü söyledi; salondaki en ağır taşlar bile yerinden oynadı, tempo tuttular. Bangladeşli çocuk şovmenlik yaptı, fıkraları ve üslubu ile herkesi güldürdü...
Bunları izlerken düşündüm ki, bu güzellikler, Anadolu'da parlayan bir ışığın dünyadaki yansımalarıdır ve kim ne derse desin, bizim, bu ihtiyar dünyaya söyleyecek sözümüz vardır. Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa'nın bayraktarı olduğu son Osmanlılar için, 'Yenilgi kabul etmeyen nesil' der. Evet, bu güzel sözü tekrarlayalım: Yenilgi kabul etmeyen toprak, Anadolu. Bütün Türk dünyasının burada atan kalbi, şimdi bütün dünyayı manen beslemek azmindedir... Yolunuz açık, bahtınız kutlu olsun güzel çocuklar! Ve, Allah yardımcınız olsun, yüzyılımızın, dünyamızın isimsiz kahramanları, aziz öğretmenler!
Nevzat Köseoğlu