Kaşgarlı Mahmud
Dilbilimci, Yazar, Etnograf, İlk Türk Haritacısı
XI. Yüzyıl'da yaşayan Türk dil bilginidir. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar soyundandır. 1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1074'te tamamladı. Bağdat'ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah'a sundu. Eserin el yazması tek kopyası Fatih Millet Kütüphanesi'nde 1910 yılında bulundu. Öğretmen Kilisli Rifat Efendi'nin çevirisi üç, Besim Atalay'ın çevirisi beş cilt olarak basıldı.
Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte 1025 olarak biliniyor.
Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071-1077 arasında Bağdat’ta bulunan Kaşgarlı Mahmut, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynadı.
İbn-i Fadlan, Gerdizi, Tahir Mervezî, Muhammed Avfî ve Beyhakî gibi kendi döneminin Türk hayat ve cemiyetleri üzerine eğilen ünlü alimleriyle birlikte Türk illerini adım adım dolaştı.
Çalışmalarında Türkçe’yi resmi dil olarak kabul eden Karahanlı Devleti’nden büyük destek gördü. Türkçe’nin serpilip gelişmeye başladığı o dönemde, Kaşgarlı Mahmut’la birlikte Balasagunlu Yusuf Has Hacib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk alimi, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkılarda bulundular.
Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eserinde; yaşadığı devirdeki Türk illerinin ve boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti.
Oğuz Türklerinin 24 boyu ile ilgili şemayı da verdiği eserinde, Türkçe’nin zenginliğini ve Arapça ile Farsça yanındaki değerini ispata çalıştı.
Ayrıca Türkçe’yi Araplara öğretmek gayesiyle Kitâbu Cevâhirü’n-Nahvi Lügâti’t-Türk adlı gramer kitabını yazdı.
Divân’ında Türk dilinin grameri yanında, Türk yer adları, Türk damgaları ve Türk topluluklarını da etraflı şekilde anlattı.
Kaşgarlı Mahmut, ömrünün sonlarına doğru tekrar memleketi Kaşgar’a dönerek, tahminen 1090’da burada vefat etti.
Doğu Türkistan’da bulunan Kaşgar şehrine 35 kilometre uzaklıktaki Azak köyünde olan kabri, 1983 yılı temmuz ayında bulundu.
ESERİ:
Divân-ı Lügati’t-Türk
Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını birer birer dolaşan ve Türk dili ve kültürüne ait topladığı malzemeyi titizlikle inceleyerek eserlerine alan Kaşgarlı Mahmut; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgız boylarının ağız ve lehçelerini karşılaştırmalı olarak işledi. Ona göre; Türk lehçelerinin en kolayı Oğuz lehçesi, en dürüst ve kullanışlısı Yağma ve Tuhsi şivesi, en edebisi ise Kaşgar Türkçesidir.
Divân-ı Lügati’t-Türk, bir önsözle sözlük kısmından meydana gelmiştir. Önsözde yazar Türk dilinin tarifini, lehçelerinin özelliklerini sayar ve dilbilgisi kurallarını, Arapça’dakilere kıyasla gösterip tespit eder. Ana dilinin Arapça’dan çok üstün olduğunu söyler ve örnekler verir. Bu arada, o bilgileri nasıl elde ettiğini, nasıl bütün memleketleri gezip dolaştığını da anlatır. İkinci, yani sözlük bölümü, Türkçe kelimelerin Arapça izahlarını kapsar. Bu nedenle, eser, Arapça yazılmış bir Türkçe sözlüktür. Ya da Türkçe’den Arapça'ya sözlüktür. Arapça dilbilgisindeki şekillerine göre sıralanmış 7500'den fazla kelime hakkında açıklama yapılmıştır.
Büyük bilgin bu açıklamaları yaparken kelimelerin nerelerde ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermiştir. Bu esere ve onu izleyen başka eserlere kadar yazılı edebiyat örneklerimiz bilinmediği için, daha önceki yüzyıllara ait sözlü edebiyat örneklerini Kaşgarî'nin kitabından öğrenmekteyiz. Sagu denilen ağıtlar, koşuk dediği koşmalar, sav dediği atasözleri ve nazım şekillerinden başka verdiği dersten örneklerine bakarak meselâ Alp Ertunga adındaki destanlaşmış kahramanın varlığını da yine Divân-ı Lügati’t-Türk'ten öğrenmiş bulunuyoruz. Bu sebeplerden dolayı Kaşgarlı Mahmut'un Divân-ı Lügati’t-Türk'ü hem dil, hem edebiyat, hem toplum ve sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeleri toplayan bir kaynaktır.
Ancak bu kaynak eser 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Gerçi Kâtip Çelebi'nin Keşfüzzünûn adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut'tan da söz edilmiştir. Ama bu bilgi çok sınırlıdır. Vanizade Nazif Paşa'nın yakınlarından bir hanım, 1910 yılında İstanbul'daki Sahaflar Çarşısı'nda dolaşırken bu dev eseri tozlu raflarda bulmuş, satın almak istemiştir. Elindeki hazinenin kadrini ancak o zaman anlayan kitapçı, kitabın fiyatını 25 altına kadar yükseltmiş, hanım da kitabı alamamıştır. Ancak işi Maarif Nezareti'ne duyurmuştur. “Ne olduğu belirsiz bir kitaba avuç dolusu altın verilemeyeceği” gerekçesiyle Maarif Nezareti, eseri satın almayı reddetmiştir.
Haber, kitap delisi merhum Ali Emiri Efendi'ye intikal etmiştir. Kitaplarını millete hediye ederek Fatih Millet Kütüphanesi'ni kurmuş ve ilk müdürlüğünü yapmış olan Ali Emirî Efendi, kitapçıyı getirtmiş, eseri inceledikten sonra adamı kütüphaneye kilitleyerek para tedarikine çıkmıştır. İşte böyle borç harç satın alınan Divân-ı Lügati’t-Türk, uzun zaman Ali Emiri Efendi'nin kıskanç titizliğiyle kütüphanede saklanmıştır. Ali Emirî Efendi, eserin basımına ancak Sadrazam Talat Paşa'nın ricası üzerine razı olmuştu.
Eldeki yazma, Kaşgarlı Mahmut'un el yazısı olmamakla beraber ondan 192 yıl sonra Şam’lı Mehmet adında usta bir hattat tarafından yazılmış yer yüzündeki tek nüshadır. Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde; Peygamberin iki hadisini zikreder ki, şunlardır:
“Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm...” buyurmuştur.
“Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır...” diye buyurur.
Divanü Lügati't-Türk dünyanın her yanında, Türkoloji ilmiyle uğraşan pek çok bilgin için paha biçilmez bir kaynak olmuştur. Üzerinde şimdiye kadar yerli, yabancı, uzmanlar çok çeşitli incelemeler yapmışlardır.
DİVANU LÛGATİ'T-TÜRK'ÜN YAZILIŞ SEBEBİ
Divanu Lûgati't-Türk, adından ve Arap dilinin kurallarına göre düzenlenmiş olmasından da anlaşılacağı üzere, aslında Araplara Türkçe öğretmek üzere kaleme alınmış bir eserdir. Ancak, onun yazılışını böyle tek bir sebebe bağlamak da doğru değildir. Çünkü, Kâşgarlı Mahmud bu görevi yerine getirirken hem Türk dili ile Arap dilinin karşılaştırmasını, daha doğrusu bir muhakemesini yapmış, hem de Türk dili ve kültürü ile ilgili geniş ve çok yönlü bilgiler vermiştir. Böylece, o, Türkçenin ve Türk kültürünün o çağın îslâm topluluğu içindeki yerini belirtmeye çalışmıştır.
Bu noktaya biraz daha açıklık verebilmek için, öncelikle o devir Türk dünyası ile İslâm ve Arap dünyası arasındaki karşılıklı bağlantılara şöyle bir göz atmak yerinde olur sanıyoruz.
XI. yüzyıl Türk dünyası, ta Çin sınırlanndan Bizans sınırlarına kadar uzanan bir genişlikte idi. Asya'yı bir başından öteki başına kadar kaplayan bu geniş alanın doğu kesimi Uygur ve Karahanlıların, batı kesimi de Selçukluların elinde bulunuyordu. Bu siyasi sınırlar içinde, Uygur, Karahanlı ve Selçuklu Türkleri dışında Oğuz, Türkmen, Türkiş, Karluk, Yağma, Toxsı, Çigil, Kırgız, Kıpçak, Uğrak, Çaruk, Suwar, Bulgar gibi adlar almış, birbirinden ayrı ağız ve lehçeler konuşan çeşitli boylar ve unsurlar yaşamakta idi. Böylece, XI. yüzyılın ikinci yarısında bir yandan ta Bizans sınırlarına bir yandan da Irak'ta Abbasî halifesinin oturduğu Bağdat şehrine varıncaya kadar Türk üstünlük ve hâkimiyeti yayılmış bulunuyordu. Öte yandan, Türkler Budizmi ve Manihaizmi bırakıp toplu olarak İslâm dinini kabûl ettiklerinden, artık İslâm medeniyeti alanına da girmiş bulunuyorlardı. Ayrıca, bu yeni medeniyet dolayısıyla, Orta Asyada bilim ve kültür dili olarak Arapça da hâkim duruma geçme savaşı veriyordu. Maveraünnehir bölgesi ile Buhara, Semerkant ve Kâşgar gibi Türk illeri İslâm kültürünün de önemli merkezleri durumuna yükselmişti. Türk ülkelerinde, Türkçe eserler yanında Arapça ve Farsça eserler de yazılıyordu. Öyle ki, Türk kültürü ile İslâm kültürü, Türk dili ile Arap dili karşı karşıya geçerek birbirlerini yenme savaşı veriyorlardı. Dinî bakımdan Abbasî halifesine bağlı olan İslâm âlemi, o günün tarihî ve sosyal şartları dolayısıyla Türk'ün üstünlüğünü, maddî ve manevî gücünü de kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu bakımdan İslâm-Arap âlemi Türkleri tanımak ve dillerini öğrenmek gereğini duymuştu. İşte Kâşgarlı Mahmud bu gereği karşılamak üzere bir yandan Araplara Türk dilini öğretmek isterken bir yandan da Türkçenin Arapça ile atbaşı beraber gittiğini ispatlamak istemiştir. Bu işi yaparken de dolayısıyla Türk kültürünün değer biçilmez bir hazinesini ortaya koymuş oluyordu. O, eserini yazıp bitirdikten sonra Bağdat'ta devrin halifesi Ebü' l-Kasım Abdullah'a sunarken, Arapçanın bütün İslâm dünyasında, kültür dili olarak hâkim olduğu bir çağda: "Tanrı yeryüzündeki erki (gücü) Türklere vermiştir. Bunların dilini öğrenmekte yarar vardır. Bu kitabı Araplara Türkçe öğretmek için ve Türk dili ile Arap dilinin atbaşı beraber yürüdükleri bilinsin diye yazdım" diyebilecek kadar üstün bir Türklük sevgisine, üstün bir ana dil şuuruna sahip bulunuyordu. Bu konu ile ilgili bazı satırları eserin tercümesinden olduğu gibi aktaralım:
"İmdi bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyn, Hüseyn oğlu Mahmud der ki: Tanrı'nın devlet güneşini Türk burçlarından doğdurmuş olduğunu ve onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini[1] döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin -ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleri ile konuşmaktan başka yol yoktur".
"And içerek söylüyorum, ben Buhara'mn sözüne güvenüir imamlarımn birinden ve başkaca Nasaburlu bir imamdan işittim, ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki, yalavacımız (Peygamberimiz S.A.) kıyamet belgelerini, ahir zaman kanşıkhklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklannı söylediği sırada Türk dilini öğreniniz; çünkü, onlar için uzun sürecek egemenlik vardır, buyurmuştur".
"Bu söz (hadis) doğru ise (sorgusu kendilerinin üzerine olsun) Tiirk dilini öğrennıek çok gerekli (vâcib) bir iş olur; yok bu söz doğru değilse akıl da bunu emreder"[2].
"Türk dili ile Arap dilinin atbaşı beraber yürüdükleri bilinsin diye HaliFin Kitabü'l-ayn'ında yaptığı gibi, kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış bulunan kelimeleri bu kitapta birlikte yazmak ara sıra yüreğime doğar dururdu"[3].
Divanu Lûgati't-Türk'ü, sıradan herhangi bir sözlük gibi kabul etmek doğru değildir. Çünkü, o, yazarının üstün şahsiyeti ve birçok alandaki geniş bilgisi dolayısıyla, XI. yüzyıl Türk kültür tarihini pek çok yönleri ile aydınlatabilen bir kaynak eser vasfı kazanmıştır.
Kâşgarlı Mahmud'un, XI. yüzyıl Türk dünyasına yayılmış bütün Türk boylarının yaşadıkları bölgelerden, oturdukları büyüklü küçüklü yerleşim merkezlerinden buraları bizzat dolaşarak malzeme toplamış olması; Karahanlı yazı dilindeki sözleri verirken, onları öteki Türk lehçe ve ağızlarından topladığı örneklerle karşılaştırması, gerekli yerlerde bunlar için ses bilgisi ve gramer açıklamaları yapmış olması, onun eserini, modern dilcilik metodlarına göre hazrrlanmış ansiklopedik bir sözlük; geniş çapta karşılaştırmalı bir gramer durumuna getirmiştir. Elimizde, Türkçenin eski devirlerini ele alan bu vasıfta, bu genişlik ve derinlikte başka bir eser bulunmadığından, Divanu Lûgat-it-Türk, Türk lehçe ve ağızları için değer biçilmez bir kaynak durumuna girmiştir.
Bunun dışında, Kâşgarlı Mahmud ele aldığı Türk boy ve kavimlerinin oturdukları yerleri uzun uzun anlatmış, kullandıkları alfabe sistemlerinden, dillerindeki ses ve yapı ayrılıklarından, boy teşkilâtlarından söz etmiş; onların etnografyalarından tutunuz da inançlarına, gelenek ve göreneklerine, edebiyat ve folkloruna varıncaya kadar ayrıntılı bilgiler vermiş, bu bilgileri gerektiğinde hadisler, atasözleri, şiir parçaları ve dörtlükler gibi canlı örnekler sıralayarak açıklamaya çalışmıştır. İlk Türk dünya haritası ve en eski Türk savları (atasözleri) onun kitabında yer almıştır.
Kâşgarlı Mahmud'un, eserinde oldukça geniş ölçülerle yer verdiği Türk kavimlerinden biri Uygurlardır. VIII. yüzyılda Moğolistan'da, IX. yüzyılda da Doğu Türkistan'da yüksek seviyede şehirli bir Türk kültürü geliştirmiş olan Uygurlar hakkında, Uygur devri metinlerinde tarihî bilgiler mevcut değildir. Bu kavim komşularınca da az tanınmış olduğundan, XI. yüzyılda Kâşgarlı Mahmud'un kendi eserinde Uygurlar için vermiş olduğu bilgiler hayli değerlidir. Ayrıca, Kâşgarlı Mahmud, Uygurlardan doğrudan doğruya kendi adları ile bahseden ve haklarında çok yönlü bilgi veren ilk Islâm dil tarihçisi vasfını da taşımaktadır. Bu konuda verilen bilgiler arasında, Kâşgarlı Mahmud'un mensup bulunduğu Karahanlı Devleti ile Uygurlar arasındaki savaşlara ait tarihî hatıraların izleri olarak bir destan parçası durumundaki bazı dörtlüklere rastlanmaktadır. İşte bir örnek:
Kimi içre oldurup
Ilav suvın keçtimiz
Uygur tapa başlanıp
Mınğlak ilin açtımız
(Gemi içine oturarak Ila suyunu geçtik; Uygur memleketine yönelerek Manglak elini fethettik).[4]
Uygur eline yapılan bir gece baskını anlatılırken de:
Tünle bile bastımız
Tegme yanğak bustumız
Kesmelehn kestimiz
Mınglak erin bıçtımız
(Geceleyin baskın yaptık, her yandaki pusuya girdik. Öyle ki, atalarının perçemlerini kestik ve Mınglak erlerini öldürdük) denmektedir.
Kâşgarlı'nın, eserinde sık sık söz konusu ettiği kavimlerden biri de Oğuzlardır. Oğuzların dili, yani Türkiye Türklerinin atalarının konuşmuş oldukları Eski Oğuzca da öteki Türk boylarının lehçelerine bakarak daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Eserde Oğuzlar, Oğuzeli ve Oğuzca üzerinde genişlemesine bilgi verilmiş olmasının sebebi, şüphesiz Oğuzların X, XI. yüzyıllar Orta Asya Türk dünyasındaki önemleri ile orantılıdır. Oğuz Türkmen boyları daha X. yüzyıldan ve Sirderya ırmağı kuzeyindeki steplerden başlayarak. Sirderya, Maveraünnehir, Harezm ve Horasan bölgelerinde önemli bir yer tutmuş bulunuyorlardı XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti'nin batıya yaptığı göçler ve fütuhatlar ile, Oğuz hakimiyeti Azerbaycan, Irak bölgelerine ve devrin büyük kültür merkezlerinden biri durumunda olan Bağdat'a kadar uzanmıştı. Orta Asya Türk dünyasında bu kadar önemli bir yer tutmuş olan Oğuzların Türk dili tarihi bakımından etkisiz kalmaları elbette söz konusu olamazdı. Kâşgarlı Mahmud'un eserinde Oğuzcaya çok sık yer vermiş olması, herhalde bu durumla ilgili olmalıdır. Kâşgarlı'nın Oğuzca hakkında verdiği bilgiler, dil tarihi açısından daha başka bir değer de taşımaktadır. Şöyle ki; VIII. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar değişik bölgelerde müstakil, fakat ayrı birer yazı dili hâlinde yol almış bulunan Türkçe, tek bir kol hâlinde ilerlemiştir. Oğuzcanın gerek Orta Asyada gerek Anadolu bölgesinde müstakil bir yazı dili hâlinde kuruluşu XIII. yüzyıldadır. Elimizde XIII. yüzyıldan önceye ait yazılış alanları belli metinler bulunmadığından bu gün için Oğuzcanın XIII. yüzyıl öncesi, sisli bir dönem durumundadır. İşte bundan dolayıdır ki, Kâşgarlı Mahmud'un Oğuzca için verdiği bilgiler bu lehçenin XI. yüzyıldan XIII. yüzyıl ortalarına kadar uzanan devresinin tayini bakımından çok değerlidir ve iki dönem arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
Bütün konuşma ve yazı dilleri gibi, Oğuzca da sürekli bir değişme yolu izlediğinden, Divanu Lûgati' t-Türk vasıtasıyla Oğuzcanın tarihî gelişme durumu hakkında da değerli bilgiler alınabilmektedir. Ayrıca, bu eser sayesinde, Oğuzcanın, o devrin ortak yazı dili olan Karahanlı Türkçesi ile öteki ağız ve lehçeler arasındaki yerini, onlarla birleşen ve ayrılan yanlarını da az çok öğrenebilmekteyiz. Çünkü, Kâşgarlı Mahmud, eserinde herhangi bir kelime veya dil kuralı üzerinde dururken "Türklerce -yani Karahanlı Türklerince- böyle söylenir; Oğuzlarda karşılığı şudur; Oğuzlar bunu bilmezler; Çiğil, Yağma, Suvar ve Bulgar Türkleri ile Kıpçaklar bu söyleyişle ortaklaşırlar ya da ayrılırlar; onların başka bir diyaleği vardır" gibi ayrıntılı açıklamalara da girmiş; gerektiğinde bunlar için örnekler de sıralamıştır.
Divanu Lûgati't-Türk'ün dil ve kültür tarihindeki yeri üzerinde ne kadar dursak, ne kadar yazsak azdır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kâşgarlı Mahmud, bu değerli eseri ile Türk milletinin kalbinde olduğu kadar Türk dil ve kültür tarihine de adını altın harflerle yazdırmaya hak kazanmış üstün değerlerimizden biridir.
Sayın okuyucularımıza Türkçenin XI. yüzyılda nasıl bir dil yapısında olduğunu gösterebilmek ve günümüze gelinceye kadar ne gibi değişikliklere uğradığı hususunda bir fikir verebilmek için, yazımızı, aşağıda Divanu Lûgati' t-Türk'ten aktardığımız birkaç sav (atasözü) ve birkaç dörtlükle bitirmek istiyoruz:
SAVLAR :
Erdem başı tıl
'Erdemin, yani faziletin başı dildir.'
Ot tise ağız köymes
' Ateş demekle ağız yanmaz'
Közden yırasa köngülden yıne yırar
'Gözden ıraklaşan gönülden de ıraklaşır.'
Tağ tağka kavuşmas kişi kişike kavuşur
'Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.'
Öd keçer kişi tuymaz, yalanğuk oğlı mengkü kalmas
'Zaman geçer kişi duymaz, insanoğlu baki kalmaz.'
Suv körmeginçe etük tartma
'Suyu görmeden pabuç çıkarma.'
Tüzün birle uruş utun birle üsterme
'Ağırbaşlı ile uğraş, yüzsüzle yarışma.'
Neçe munduz erse eş edgü, neçe egri erse yol edgü
'Ne kadar ahmak olursa olsun arkadaş yalnızlıktan iyidir;
ne kadar eğri olursa olsun, yol yolsuz kalmaktan daha iyidir.'
DÖRTLÜKLER :
Begler atın arğurup
Kadgu anı turgurup
Mengzi yüzi sarğarıp
Kürküm anğar türtülür
'Beyler atlarını yordular, kaygı onları durdurdu, yani sardı; benizleri sarardı; sanki safran sürülmüştü'
Tumlığ kelip kapsadı
Kutluğ yayığ tepsedi
Karlap ajun yapsadı
Et yin üşüp emrişür.
'Soğuk gelip kapladı, kutlu yazı çekemedi; kar yağarak dünyayı kapattı vücut üşüyerek titriyor'
Yığlap udu artadım
Bağrım başın kartadım
Kaçmış kutug irtedim
Yağmur küni kan saçar.
'Arkasından ağlayarak bozuldum, bağrımın yarasını deştim, giden saadeti aradım, gözüm yağmur gibi kan saçar.'
Tümen çeçek tizildi
Bükünden ol yazıldı
Öküş yatıp üzeldi
Yerde kopa adrışur
'Yazın gelişi dolayısıyla, tümen tümen çiçek dizildi, yer altında yatmaktan sıkılan bitkiler yerden fışkırıyor ve birbirinden ayrılıyor.'
Yaşın atıp yaşnadı
Tuman turup tuşnadı
Adğır kısır kişnedi
Ögür alıp okraşur
'Bahar dolayısıyla: bulut şimşek çaktırdı ve bulutlar coştu; kısrakla aygır baharın geldiğini görerek kişnediler, her aygır kısrağını aldı.'