Hazır Cevaplar

KAPLUMBAĞA AĞACA ÇIKABİLİR Mİ?

Baba, oğluna karşılaştığı problemlere daha kolay çözüm yolu bulabilmesi için timsahla kaplumbağanın hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Timsah, kaplumbağayı yutmak istediği için kovalamaya başlamış. Kaplumbağa timsahtan yavaş hareket ettiği için can havliyle bir ağaca tırmanmış.” Çocuk kaplumbağanın ağaca tırmandığını duyunca heyecanla babasına, “Baba, ne söylüyorsun sen! Kaplumbağa ağaca tırmanır mı hiç?”

Baba, “Kurtulması için tırmanması lazımdı, yavrum!”der.

YAŞAMDAN KEYİF ALMAK

Franklin bir çocuğa bir elma vermiş. Çocuk çok sevinmiş. Bir elma daha vermiş. Çocuk daha çok sevinmiş. Bir elma daha verince çocuk sevinçten deliye dönmüş. Ve bir elma daha verince, çocuk dört elmayı elinde tutamayıp, sonuncusunu yere düşürmüş. Elması yere düşen çocuk ağlamaya başlamış.

Bir elmayı alınca, çocuk razı oluyor, iki elmadan memnun, üç elmadan mutlu ve dört elmadan mesut oluyor. Gelin görün ki, bir elmanın düşmesi çocuğu mutsuz ediyor.

İnsanların yaşadığı hayat da böyledir. İnanılmaz saadete erişen insanoğlu o saadetin bir zerresinin elinden gitmesine tahammülü yoktur. Böyle olunca da mutsuz bir hayat yaşamak durumunda kalıyoruz.

BİLGİ GERÇEK HAYATA UYGULANABİLMELİ

Padişah, oğlunun astroloji, reml(bir çeşit fal türü) gibi bilgileri öğrenip, gaipten haber versin ve geleceği tahmin etsin diye yetiştirilmesini sağlar. Padişahın oğlu aptal ve anlaması kıt olmasına rağmen babasının tuttuğu hocalar onu çok iyi yetiştirirler. Bir gün padişah, ilimleri öğrenip öğrenmediğini anlamak için oğlunu imtihan eder. Padişah avucunun içine yüzük sakladıktan sonra oğluna avucunun içinde ne olduğunu sorar.

Çocuk, “Baba avucunda yuvarlak, ortası delik sarı bir şey var” der.

Padişah, “Özelliklerini söylediğin şeyin adı nedir?”

Çocuk, “Kalbur” der.

Padişah üzgün bir şekilde; “Evladım! Bu kadar ilim öğrendin, her şeyi biliyorsun, fakat kalburun avuca sığmayacağını bilmiyorsun.” demekten kendini alamaz.

Bilgiyi bilmek önemli olduğu gibi, gerçek hayata uygulayabilmek de önemlidir.

ŞEFKÂT

Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Mina’da ashabı ile otururken kocaman bir kayanın altından bir yılanın çıktığını görürler. Sahabeler yılanın üzerine doğru yürüyünce, yılan korkudan başka bir deliğin altına girer. Bu olaya şahit olan Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), sahabelerine “O sizin şerrinizden, siz de onun şerrinden kurtuldunuz” buyuruyor.

Şefkât peygamberi yılan gibi zehirli bir hayvan için bile sizin şerrinizden kurtuldu diyor.

Hz. Peygamber(sallallahu aleyhi vesellem)’i bir gün akrep sokuyor. Şefkât peygamberi, kendisini sokan akrebe bir şey yapmıyor ve sahabelerine şöyle latife yapıyor; “Ne biçim hayvan! Peygamber bile tanımıyor!”

AKLINI KURBAN ET!

Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Hz. Ali(r.a.) ile beraber sofrada oturuyorlar. İftara 3-5 dakika kalmıştır. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Ya Ali! Yemekten yesene” deyince, Hz. Ali(r.a.) hemen elini uzatır yemeğe.

Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Ya Ali! Ne yapıyorsun daha güneş batmadı.”buyurur.

Hz. Ali(r.a.) “Ya Resûlullah! Orucu biz sizden öğrendik. Bana tutmayın dediniz, tutmam. Ye deyince de yerim” der.

Peygamberimizin sünnetine uymada bu anlayış ve mantık çok önemlidir. Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretleri’nin, “Aklını Hazreti Muhammed(sallallahu aleyhi vesellem)'e kurban et.”dediği gibi kendi aklımızı bırakıp, Hz. Peygamber’in aklına uymalıyız, Onun emir ve tavsiyelerini yerine getirerek.

FITRİ UYKU

Bediüzzaman Hazretleri, az yer ve az uyurdu. Sabahlara kadar âdeta bir arı gibi vızıldardı, çınar ağacının tepesinde dua ederdi. Talebelerine de aynı tavsiyelerde bulurdu. Bir gün talebelerine “Fıtri uyku beş saattir.”dedi. Talebeleri şöyle bir kendilerine baktılar. “Üstadım biz iki fıtır(on saat) yapıyoruz.” diyerek latife yaptılar.

Üstadın talebelerinden Allah râzı olsun, layıkıyla olmasa da, onların gittiği yolun yolcuları olmaya çalışıyoruz.

KUSURLARI GÖRMEMEK

Hâtem-i Esam,(Evliyânın büyüklerindendir. Şakîk-i Belhî'nin talebesidir. 852 (H.237) senesinde Belh'in bir nahiyesi olan Mâhcer'de vefât etmiştir.) Hazretleri’ne bir gün sorununu halletmek için bir kadın gelir. Kadın sorununu söylerken kendini tutamayıp yellenir. Hâtem-i Esam Hazretleri kadını mahçup etmemek için, “Söylediklerini anlayamadım, yüksek sesle bir daha söyleyebilir misin?” diyerek sağır rolü oynar. İşin ilginç yanı Hâtem-i Esam Hazretleri, yaşadığı hayat boyunca(başka bir rivayette kırk yıl) kendisine müşkül halletmek için gelen kadının öğrenip utanmaması için ‘sağır’ rolünü oynar. Halka iyi duyamadığını söyler. Halk da, ‘Esam’ kelimesi ‘sağır’ anlamına geldiği için sağır Hatem manasına gelen Hâtem-i Esam demişlerdir.

Başkalarının kusurlarını görme yerine kendi kurslarımızı görmemiz yaşadığımız hayatta prensibimiz olmalıdır.

HARAM KAZANÇ

Sütçülük yaparak geçimini sağlayan bir adam hacca gitmeye niyetlenir. Uçak olmadığı için deniz yolundan gemiyle gitmeyi tercih eder. Gemiyle denizde girerlerken nereden geldiyse gemide bir de maymun vardır. Sütçü kesesini çıkararak, parasını saymaktadır. Tam bu sırada maymun sütçünün elindeki altın kesesini aldığı gibi geminin güvertesine çıkar. Sütçü maymuna yalvarır, ancak bir işe yaramaz. Maymun kesenin ağzını açıp bir altını denize, bir altını sütçüye atmaya başlar. Sonunda kese boşalır. Sütçüye arkadaşları bu nasıl iştir! Dediklerinde,

Sütçü, “Daha çok kazayım diye süte su katmıştım, bu onun cezası olsa gerek! Bana atılan sütün parası, uzağa atılan suyun parası.”der.

KITLAMA ÇAY İÇMEK

İstanbul’dan bir kız, Erzurum’a gelin gider. Gider gitmez, Erzurum’un adetlerini öğrenmeye başlar. Kıtlama çay içmeyi öğrenmeyi ilk sıraya alır. Bir gün komşusu gelini ikindi çayına davet eder. Çaylar ikram edilince, gelin şekeri ağzına alır almaz erir. İkinci bir şeker ister, ancak o da erir. Bardaktaki çayı hiç içemediği için gelin şeker istemeye devam eder. Şekerlerin gittiğini gören ev sahibinin yağları erir ve; “Gelin hanım, kurbanın olayım; ben senin çayını tatlı edeyim de, sen kıtlamayı evinde öğren.”der.

EN KISA ANAYASA

Dünyanın en kısa anayasasını yazmak üzere üç bilge bir araya gelirler. İnsanın hareket ve davranışlarıyla ilgili en güzel kanunu kim söylerse ‘en bilge kişi ünvanını’ alacaktı.

Birinci bilge, “Allah suçluları cezalandırır.”deyince, arkadaşları bunun kanundan ziyade tehdit olduğunu söyleyerek, teklifini kabul etmediler.

İkinci bilge, “Allah sevgidir.” Dedi. Bu teklif de insanın görevini tam açıklamadığı için kabul edilmedi.

Üçüncü bilge, Konfiçyüs’e ait olan,“Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi, başkalarına yapmayın.” teklifini sundu. Diğer bilgeler tarafından bu teklif kabul gördü. Üçüncü bilge “en bilge kişi” ünvanını aldı.

MİSAFİRE İKRAM

Nasrettin Hoca, bir köye vaaz vermek için gider. Cemaat, Nasrettin Hoca’nın vaazına ilgi duyup, sevmelerine rağmen; yemesi ve içmesiyle ilgilenmezler. Bir gün Nasrettin Hoca vaazında, İsâ Aleyhimesselâm’ın semaya yükseltilmesini anlatır. Üçüncü tabaka-i hayatta olduğunu söyler.

Cemaatten birisi Nasrettin Hoca’ya, “Hz. İsâ orada ne yer, ne içer? deyince, Nasrettin Hoca kızarak; “Allah(c.c.)’ın nimetlendirdiği bir peygamberin ne yediğini, içtiğini merak ediyorsunuz da, köyünüze misafir gelen şu hocanın ne yiyip içtiğini merak etmiyor musunuz?”der.

YAŞIN KAÇ?

Nasrettin Hoca’ya bir gün yaşını sorarlar. Nasrettin Hoca da kırk yaşında olduğunu söyler. On sene sonra Nasrettin Hoca’ya yine yaşını sorarlar. Nasrettin Hoca, yine kırk yaşında olduğunu söyler.

Hocam, on sene önce kırk demiştiniz, bu nasıl oluyor dediklerinde, Nasrettin Hoca, “Erkek adam sözünden dönmez!”der.

NASIL GÖRDÜN?

Bir zât yol kenarında namaz kılmaktadır. Leylâ’nın aşkıyla deliye dönen Mecnun tam o sırada namaz kılan kişinin önünden geçer. Adam, namazını yarıda keserek Mecnun’a; “Görmüyor musun namaz kılıyorum, ne diye önümden geçiyorsun?” dediğinde,

Mecnun; “Ben Leylâ’nın aşkıyla senin namaz kıldığını görmezken, sen Mevla’nın aşkıyla beni nasıl gördün?”

YAĞMUR DUASI

Bahar ayında yağmur yağmayınca köylüler mahsullerinin yanacağını, kıtlık olacağını söyleyerek, bir hocaya dert yanarlar. Hoca da bir gün sonra yağmur duasına çıkmak için hazırlanmalarını söyler. Ertesi gün halk yağmur duasına çıkmak için meydana toplanmıştır. Hoca; “Bugün yağmur duasına çıkmamız imkânsız. Sizler yeterince inanmıyorsunuz!”

Halk, “Aman hocam! Siz ne diyorsunuz, inanmasak buraya toplanır mıyız?”

Hoca, “Madem ki, inanıyorsunuz da şemsiyeleriniz nerede?”

HIRS, KAYBETME SEBEBİDİR

Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir Hindistancevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistancevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun, tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür. Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır.[1]

Dünya hayatında insanlar dünyaya öyle sıkı sarılırlar ki, ölüm onlar için âdeta kâbus haline gelmiştir. Beş vakit namaz abdestiyle beraber bir saatimizi alıyor. O zaman yaşadığımız dakikaların bir kısmını âhiretimiz için ipotek etmeliyiz. Değilse, maymunu avcılar yakaladığı gibi, bizi de mahşer anında zebaniler yakalarlar.

GÖNLÜMÜZ GENİŞ OLMALI

Mevlânâ Hazretleri’nden bir hikâye;

Bir adam kötü yollardan para kazanır ve kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve ineği hayır yapmış olma duygusuyla Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektaş-ı Veli’ye anlatır ve Hacı Bektaş-ı Veli, “Helal değildir” diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlânâ’ya anlatır. Mevlânâ ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş-ı Veli’ye de anlattığını, ama onun bunu kabul etmediğini söyler ve Mevlânâ’ya bunun sebebini sorar.

Mevlânâ, “Biz bir karga isek Hacı Bektaş-ı Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz, ama o kabul etmeyebilir.”

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı’na gider ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye, Mevlânâ’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş-ı Veli’ye sorar.

Hacı Bektaş-ı Veli de, “Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlânâ’nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bizim gönlümüz bir damlayla kirlenebilir, ama Mevlânâ’nın engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.”

ÖZENTİ

Fakir bir adam, her gün televizyonlarda boy gösteren ve "ülkenin sayılı zenginlerinden biri" şeklinde tanıtılan sanayiciye özenip, onun gibi olmaya karar vermiş. Sık sık Allah'a yalvarıp: “Ver Ya Rabbi!. diyormuş. Fakirlikten bezdim usandım artık!.

Adam, bu işi aklına koyunca, cebinde kalan son kuruşlarını, yine zenginlerin yazdığı “Nasıl Zengin Olunur?” ya da “Zenginliğin Sırları” gibi kitaplara yatırıp, her birini dikkatlice okumuş. Okumuş ama, açıkçası pek bir şey anlamamış. Her halde en iyi yol, dedesinden duyduğu şeyleri yapmakmış.

Allah bütün duaları işitir!. dermiş, nur yüzlü dedeciği. Ne istersen O'ndan istemelisin.

Torunu, mecbur kalınca bu yolu seçmiş. Üstelik de dua için para gerekmiyormuş. Bir cuma namazında, sabaha karşı kılınan teheccüd namazının ve hemen arkasından yapılan duaların kıymetini öğrenince, geceleri yatmamaya başlamış. Saatlerce namaz kılıp, göz yaşları içinde dua etmiş. Bu arada kurbanlar da adamış tabi. Fakirlikten kurtulursa bir koyun, zengin sayılınca iri bir dana, köşeyi döndüğünde de bir deve kesecekmiş. Gelen miktara göre, bu sayı daha da artabilirmiş.

Paranın gelmesi geciktiğinde, bu sefer de oruca niyetlenmiş. Her ayın on beş günü, hiç aksatmadan oruç tutuyormuş, üstelik de fazla bir şey yemeden. Sonunda bir deri bir kemik kalmış, ama kendisine bir haller olmaya başlamış. Yakınlarına, gâipten tuhaf sesler duyduğunu, hatta bazen birileriyle konuştuğunu söyleyip duruyormuş.

Duyduğu ses her neyse, bir gün ona seslenip: “Ey garip adam! Özendiğin o kişiyi tanıyor musun?

Adam biraz düşünmüş. Bahsedilen kişiyi, sadece ekranlarda gördüğünden, nasıl yaşadığını, neler yiyip içtiğini, nerelerde gezdiğini pek bilmiyormuş.

“İstersen daha yakından tanı!.” demiş ses. Hem önceki hayatını, hem sonrasını.

Ve mânevî bir sinemayla, hayranlık duyduğu kişi gösterilmiş adama.

Perdeye ilk yansıyan, o zenginin önündeki bir insan seli imiş.

Adam, hemen sormuş: “Bu kuyruk nedir?” diye.

“Zengin adam, işçilere aylık veriyor!. denmiş. Bir çok fabrikasında, karınca sürüsü gibi işçi çalışır. Maaşları kendisi vermekten hoşlanır.

Fakirin hayranlığı, iyice artmış. Böylesine alçak gönüllü bir kişiyi, ilk defa görüyormuş.

Mânevî sinemada, manzaralar peş peşe sıralanmış. Biraz sonra farklı bir görüntü gelmiş perdeye. Zenginin elinde süslü bir bavul varmış, yanında da bir çok koruması elbette. Fakir olan, hayranlıkla ona bakarken, duyduğu ses bu sefer, “Beğendiğin o kişi, güzel bir tatile çıkıyor!. demiş. Mevsim henüz kış, ama o sıcak bir ülkede dinlenecek. Tabi ki güneşte biraz bronzlaşacak!.

Fakir adam, bir kez daha içini çekmiş. Çünkü o güne kadar, ırgat gibi çalışmaktan tatil yapmamış.

“Ver Allah'ım!.” demiş, sessizce mırıldanıp. Ben de onun gibi keyif süreyim.

Fakir adam daha sonra, o zenginin hayatından bir çok tablo seyretmiş. Boğazdaki muhteşem villasını, en son model üç beş tane arabasını, bankadaki hesaplarını falan.

Fukaracık, hülyalara dalıp giderken, o ses tekrar çınlayıp, “İstersen farklı bir film koyalım, anlaşılan bu işten çok hoşlandın.”

“Evet!. diye atılmış fakir adam. Hoşlanmamak mümkün mü?”

Görüntüler tekrar sıralanınca, adam bir yanlışlık var zannederek, “Bu manzara yeni değil her halde!. demiş. Biraz önce aynısını görmüştük. Bir çok insan yine kuyruğa girmiş. İkinci görüntüde, bavulunu tekrar yanına almış. Her halde yine tatile gidiyor.”

“Hayır!. demiş, kendisiyle konuşan. Kuyruktaki kişiler, ‘kul hakkı’ndan alacaklı olanlar. O zenginden hakkını istiyorlar.”

O bavula gelince; “Adam, uzun bir tatile çıkıyor. Fakat bu sefer, çok daha sıcak bir yerde bronzlaşacak. Gördüğün manzaralar, adamın öldükten sonraki halleridir.[2]

MİSK ŞAHİDİMDİR

Avcının biri, bir ceylan yakaladı ve onu götürüp ahıra kapattı. Ahır öküz ve eşeklerle doluydu. İçerdeki pis kokudan zavallı ceylanın başı döndü, kurtulmak için sağa sola koştu, ama bir çıkış bulamadı. Ahır sahibi akşam gelip hayvanların önüne saman döktü. Öküz ve eşeklere bu saman şeker gibi geliyordu, ama zavallı ceylan samanı nasıl yesin?

Bîçâre ceylan nice gün o ahırda çile çekti, karaya vuran balık gibi çırpındı durdu. Ahır hayvanları onun bu haliyle eğleniyor ve: “Vah, vah! Senin gibi saraylara layık bir padişah nasıl buraya düşmüş.” diyorlardı.

Ceylan, kendisini saman yemeye davet eden ve yememesini kibrinden zanneden eşeğe şöyle dedi; “Bu saman sana uygun bir yiyecek, ama bana uygun değil. Ben çayırlıklarda taze otlar yiyerek tatlı sulardan içerek büyüdüm. Ben kendi yurdumda lâle, sümbül ve reyhanı bile binlerce nazla yerdim. Gerçi şimdi o yerlerden uzak düştüm, ama o özelliğim bende hâlâ bâki. Fakirim, ama gözüm fakir değil, elbisem eski, ama ben yeniyim.”

Eşek bu sözlere inanmadı ve; “Gurbet, garibe böyle saçma şeyler söyletir, bunlara inanmak için delil lazımdır.” deyince,

Ceylan, “Göbeğimdeki şu misk, söylediklerimin doğruluğuna şahittir.” der.[3]

Yaşadığımız dünya hayatı âhiret hayatına göre âdeta ahır gibidir. İnsanın mahiyetine konulan duygular dünya hayatında tatmin olmuyor. Hayatımızı ibadetle süsleyelim ki, meleklerin, “Hiç mi sevabınız yok?” sorusuna ibadetlerimiz cevab-ı sevap olsun.

RAHAT UYUYABİLDİNİZ Mİ?

Resepsiyon görevlisi, otele gelen bir müşteriye otelin en güzel ve en temiz odasını verir. Görevli müşteriyi odasına çıkarır. Müşteri, kendisine verilen odada yatağın üzerinde bir pire görünce görevliye, “En temiz odayı vermemiş miydiniz?”

Görevli, “Telaşlanmayın efendim, sadece bir tane ölü bir pire!” der.

Müşteri, otelde sabaha kadar dinlenmeye çalışır. Sabah olunca, otel görevlisi, “Rahat bir uyku uyumuşsunuzdur umarım” deyince,

Müşteri; “Hani dünkü sizin o ölü pire vardı ya, cenazesi çok kalabalıktı, bırak uyumayı gece boyunca gözümü bile kapayamadım!”

MECNUN İLE LEYLÂ

Mecnun ayrılığın derdinden, kavuşma özleminin ateşinden hastalanmış, kendinden geçmişti adeta. Boğazı şişmiş, şişkinliğin zorlamasıyla da tutulmuştu. Tedavi için hekim geldi, muayene etti, gördü ki; damarı yarıp kan almaktan başka çare yok!. Kanı uzaklaştırmak için da hacamat(kan aldırmak) etmek lazım. En usta hacamatçıyı aradılar, bulup getirdiler. Mecnun'un kolunu bağladılar, tam damarı yaracakları zaman hacamatçıya haykırarak, “Paranı al, git!. Hacamat etme!. Bırakın bu köhnemiş bedenimi, ölürsem öleyim” dedi.

Hacamatçı dedi ki; “Bundan ne korkuyorsun? Sen ki, kükremiş aslandan bile korkmazsın! Geceleyin; aslan, kurt, ayı ve bir çok yaban hayvanı çevrene saf olurlar da, sende aşk ve vecdden başka bir şey görmezler! Senden insan kokusu almazlar. Kurt, ayı, aslan bile artık aşk nedir biliyor da, aşktan kör olan kişi ise köpekten de aşağıdır! Köpekte aşk olmasaydı; Ashabı Kehf'in köpeği kalp erbabını arar mıydı hiç? Bilinmez, ama âlemde onun cinsinden çok köpekler vardır. Sen ise, kendi cinsinden olandan bile bir koku almadın, artık koyunla kurttan aşk kokusunu nasıl alacaksın? Bilirsin ki aşk olmasaydı varlık olmazdı! Nasıl olur da; ekmek gelip senin vücudunda kalırdı? Neden; ekmek varlığına katıldı? Sebep; aşk ve istektir! Yoksa, ekmeğin can olabilmesi mümkün olur muydu hiç?.. Aşk; ölü ekmeği can haline getirmekte, fani olan canı ise, ebedileştirmekte!”

Mecnun dedi ki; “Ben yaradan korkmuyorum hacamatçı!.. Bilirsiniz ki sabrım dağlardan dahi fazladır! Hatta, yarasız durmaya tahammülüm yoktur, yaralara âşıkım, koşa koşa giderim onlara! Lâkin, vücudum Leylâ ile doludur. Korkarım ki beni hacamat ederken Leylâ'yı yaralarsınız! Gönlü aydın olan akıllı kişi bilir ki; benimle Leylâ arasında bir fark yoktur!”

ZAMANIN YOLU

Müridin biri şeyhine, “Şeriat, tarikat, hakikat” nedir? diye sorar. Şeyh de talebesine şadırvanda abdest alan insanları göstererek, “Git şunların ensesine birer tokat patlat!” der. Mürid(talebe) böyle bir şeye şaşırsa da şeyhinin ısrarına dayanamaz ve şadırvandan abdest alan birinci adamın ensesine tokadı patlatınca, o da döner müride bir tokat atar. Mürid, ikinci adama tokat patlatınca, adam sadece dönüp bakar, herhangi bir şey yapmaz. Mürid, üçüncü adamın ensesine de tokat patlatır, ancak adam dönüp bakmaz bile. Mürid kendisine verilen görevi yapmanın mutluluğu ile şeyhinin yanına döner. Şeyh, müridin sorduğu sorunun cevabını anlatmaya başlar;

“İlk tokadı attığın şeriattı. Sen vurunca, o da sana vurdu. İkinci vurduğun tarikattı. Sillenin Allah’tan geldiğini biliyordu, ancak kimi kullandı bu işte diye merakından baktı. Üçüncü vurduğun ise hakikatti. Kaderim böyle tecelli etti deyip, dönüp bakma ihtiyacı bile hissetmedi.” der.

Daha kısa bir tanımlamayla: Şeriat, “Bu senindir, bu benim”; tarikat, “Hem senindir, hem benim”; hakikat ise, “Ne senindir, ne benim”

Bediüzzaman Hazretleri de, Kastamonu Lâhikası’nda “Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır.” ve Emirdağ Lâhikası’nda “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir.” diyerek bu hakikate işaret etmektedir. Ne mutlu Risale-i Nur mesleği yolundan yürümeye çalışanlara!

FATİH’İN HALKINI İMTİHANI
Hazreti Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethetme plânları yapıyordu. Daha henüz 21 yaşında bulunan hükümdar, İstanbul'un fethine girişmeden önce, halkını imtihan etmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili kıyafet ederek, Osmanlı'nın başşehri olan Edirne'de çarşıya çıktı.

Çarşının bir tarafından girip, alış - veriş yapmaya başladı. Birinci dükkâna varıp bir şey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân sahibi vermedi.. Fatih'i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri mal olduğu halde neden vermediğini sordu.

Adam, “Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum, ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir, dedi.

Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal aldı... İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı... Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı.

Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi: “Ya Rabbi! Sana hamdolsun... Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans'ı, dünyayı bile fethederim” dedi ve İstanbul'un fetih planlarını hazırlamaya başladı.

51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, Akşemseddin Hazretleri’nin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu. İstanbul fetholunduktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi Edirne'den İstanbul'a taşındı.

[1] Joseph GOLDSTEIN
[2] Cüneyd Suavi, Zafer Dergisi, Sayı: 361
[3] Mevlânâ

Sayfa Bülteni

Soru ve görüşleriniz için yorum yapın: