Dündar Taşer Yazıları; Korkuyoruz

Dündar Taşer│Korkuyoruz

Korkuyoruz. Akıldan, fikirden, inançtan yürekten korkuyoruz. İstiyoruz ki: Kimse düşünmesin, bilmesin, anlamasın. Hele gençler; ot gibi taş gibi, eşya gibi olsunlar; ne dersek inansın, nereye korsak dursunlar.

Devleti, bizim nesil bu kafa ile yönetmek arzusunda. Bunun olmazlığını görünce de "Nedir, nedendir, nasıldır?" diye düşüneceğine, suçu başkalarına yükleyip kurtulduğunu sanıyor.

Son birkaç yılın olayları, devlet ve idare adamlarının bu tutumundan doğmuştur. "Evliyayı umur efendiler" tarafsız olmak, sorumsuz olmak ve rahat kalmaktan başka hiçbir şey düşünmemiştir. Amiri, memuru, müşaviri, cümlesi akıldan, fikirden, tedbirden mahrum ve sorumluluktan firar halinde yaşamıştır.

Suçlar işlenmiş, amma iktidar sahipleri suçlu ile mağdur arasında tarafsız, kamu oyuna karşı da mazur görünmek çabası ile "O da kötü, öteki de" demeyi alışkanlık edinmiştir. Bakanlar, müdürler, memurlar, cümlesi bu yolda yürümüştür.

FKFF diye bir dernek kurulmuş, Türkiye'yi Marksist, sosyalist, feminist bir düzene çevirmek istediğini, bağıra bağıra ilan etmiş, konferanslar, seminerler, açık oturumlar tertiplemiş, yazmış, söylemiş, metodunu açıklamıştır:

"Türkiye'de sefalet var!"
"Türkiye'de yolsuzluk var!"
"Türkiye'de sömürü var!" demiş.

Bu sözleri her usulle her yerde her zaman tekrarlamış. Yazarlar, profesörler, politikacılar tarafından bu iddialar söylene söylene herkesin kafasına yer ettirilmiş. Daha sonra:

"Bu düzen sağ düzendir!"
"Bu düzen geri düzendir!"
"Bu düzen sömürü düzenidir!" demiş.

Genç yazarları, prof'ları , politikacıları tarafından bu iddialar söylene söylene herkesin kafasında yer ettirilmiş, Arkasından:

"Bu düzen değişmelidir!"
"Bu düzen değişmelidir!"
"Bu düzen değişmelidir!"

naraları başlamış, gene aynı kişiler, bunu da söyleye söyleye herkesin kafasına çakmış...

Bu sefer ortaya bir soru atılmıştır. "Verine ne gelmeli?
Yazarlar, prof.'lar, politikacılar dillerini bilemiş ve ortaya fırlamışlar:

"Sosyal adalet gelmeli!"
"Sosyal güvenlik gelmeli!"
"Sosyalizan düzen gelmeli!"
"Bilimsel sosyalizm gelmeli!"
"Marksist, Leninist, Maocu düzen gelmeli!"


Gene o kişiler ortaya fırlayıp, yazmış, söylemiş, anlatmış. Herkesin kafasına bunu da çakmıştır.

Bu herkese bakanlar, müsteşarlar, müdürler, memurlar, politikacılar, şairler dahildir. Bütün yetki kullanıp, sorumluluk taşıyan kişiler, hiç olmazsa bir miktar solaklaşmıştır.

Şimdi yeni bir sual soruluyordu, aynı çevre tarafından: Kim manidir bu işlerin olmasına? Cevabı da verildi:

"Ağalar!"
"Sömürücüler!"
"Kapitalistler!"
"Gericiler!"
"Amerika ve NATO"

....... Veryansın ettiler bu mefhumlara. Bir süre de Türkiye aydını bu şartlanmaya tabi tutuldu. Zemin hazırlanmıştı... Türk aydınının büyük kısmı sola kaymış, toprak sahibine düşman, sermayeye karşı, Amerika'ya hasım, NATO'dan çıkmaya taraftar, gericiliğin (!) aleyhinde bir tutumu benimsemişti.

Böylece birinci safha tamamlandı. Aşağı yukarı 1967 senesi ortalarında Türk cemiyeti bu şartlara sokulmuş oldu.

Şimdi birinci safha açılıyordu. Solun tertipçi ve yöneticileri yeni bir soru ortaya attılar. Bütün bu gerici unsurlarla kim savaşacak? Bunları kim tasfiye edecek? Yeni düzeni kim kuracak? Yazarlar, prof'lar, politikacılar kesif bir tartışma açtılar ve sonunda baştan beri bildikleri cevabı verdiler. Tartışma hükme varmak için değil, dikkati çekmek içindi.

Cevap ilan edildi:
"Askeri, sivil aydınlar!"
"Bürokratlar!"
"İşçiler, köylüler!"
Gaye devrim, metot cebirdi. Kim başlatacak? Üniversiteler!

Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) feshedildi; yerine Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) kuruldu ve eylemler başladı.

Boykotlar, işgaller, mitingler, yürüyüşler safha safha icra edildi. Ortam hazırdı: Gençlik gericiliği, sömürücülüğü, ağalığı, Amerikancılığı istemiyordu. Haklı gördüler, tabii saydılar, takdirlerini sundular; oğulları, kızları da bu harekete dahildi. Çocukları kötü bir şey yapmıyordu ki, kendisi de böyle düşünüyordu. Bütün bu olaylar gericilik yüzünden çıkıyordu (!).

Nerede bu gericilik diye sordunuz mu cevap 31 Mart, Menemen vakası, vs. vs.. Bu sayılanlar 50-60 yıllık olaylar, kan ve ateşle bastırılmış hadiselerdi. "Dedem devrindeki işlere şimdi karşı çıkmanın anlamı var mı?" derseniz biraz şaşırıyorlar, cevap zorluğuna düşüyorlardı. Yazarlar, prof'lar, politikacılar onun da çaresini buldular. Faşistler, nurcular, Süleymancılar, şeriatçılar, ümmetçiler, hülasa aşırı sağ ; vardı. Hazırlanmış beyinler hemen bunu ezberledi:

"Aşırı sağ."
Artık iş kolaylaştı; suçlu bulundu. Her kötülük onlardan doğuyordu. Solcuların her işlemi, her eylemi, her şiddeti sağcılar yüzünden idi. Bu sağcılar olmasa her iş yoluna gerecekti... Ve Türkiye aydını böylece sıkıntıdan kurtuldu. Sola açık sağa kapalı; solu hoşgören, sağı yeren bir tavırla olayları seyre devam etti.

Bu işler böylece cereyan ederken bu hoşgörülü erkanın evladı sola şartlanmada hızlandı ve bir gün kendilerini sol eylemin göbeğinde buldular.

Devlet yönetiminde söz sahibi olanların durumu, biraz daha ciddileşmişti. Sola müsamahalı olmak evlat sevgisi ile de karışarak, solu koruma, solu savunma ve sola yardım şekline dönüştü. Vali'nin oğlu, mebusun yeğeni, bakanın kızı solun, aşırı solun saflarında yer tutmuştu. İktidar ve idarenin müsamaha, himaye ve müdafaasını, bu suretle sağlamış olan sol cephe, şimdi üniversite muhtariyetini kullanarak, cemiyeti yıldırıp, kendi iradelerini raim etmek istedi. Onun için, üniversiteye mutlak hakim olmaları şarttı. Bütün öğrencilerin ya kendileri gibi olması, yahut kendilerine itaat etmesi sağlanmalı idi.

Bu maksatla tedhişe giriştiler, öğrencilere baskı başladı. Bu, prof.'tan destek, idareden müsamaha basından himaye gördü. Kamuoyuna arzı ise sağcıların, gericilerin işbirlikçilerin kötülüğüne karşı, gençliğin mukavemeti diye yapıldı.

Solun bu tedhişine karşı öğrencilerin davranışı muhtelif oldu.
a) Bir kısmı sola katıldı,
b) Bir kısmı sola boyun eğdi,
c) Bir kısım da sola mukavemet etti.
Bu direnmeleri yıldırmaya giriştiler. Yurt kantininde oturan Ruhi Kılıçkıran adındaki genci bir solcu çekip vurdu.

Bu hareket, sola boyan eğmeyenlerin bir araya gelmelerine, dayanışmalarına sebep oldu. "DEV-GENÇ"in karşısında "Ülkü Ocakları" böylece doğdu.

Bu direnmeyi yıkmaları lazımdı; yoksa kötü örnek (!) olacaklar ve üniversitenin mutlak hakimiyetleri altına girmesi suya düşecekti. Bu sebeple, solun karşısına dikilen Ülkü Ocakları aleyhine kampanya başladı.

Yazarlar, prof'lar, politikacılar işe girişti. Ülkü Ocakları gerici, şeriatçı, ümmetçi, ırkçı, faşist, kapitalist, velhasıl aydınların kafasına göre neler kötü ise, hepsi ile suçlandı ve bir de sıfat takıldı. Aşın Sağ.
Veryansın ettiler aşın sağa. Fıkralar, makaleler, karikatürler hep onların aleyhine, onları kötüleyen, onları karalayan üslûp ve iddialarla dolu idi.

Bu kampanya, iktidar, idare ve politika adamlarını da şartlandırdı. Hattâ, gizli ve açık emniyet mensupları bile bu şartlanmaya karşı direnmedi, onların kafası da, ülkücüler aleyhine kurulmuş oldu.

Büyük devlet, siyaset, diplomasi adamı, demokrasinin babası ve aşığı ve dahi kurucusu İnönü, partisini sola açtığından, rektör evladı solda olduğundan, 31 Mart hatırasına sadakatından ötürü başı çekti ve ülkücü gençliğe hücumu açtı. Artık mesele hal yoluna girmişti. Devrin iktidarı da hem zayıf ve korkak, hem de idraksiz ve aciz olduğundan, basınla, üniversite ile, İnönü ve taifesi ile ters düşmektense, o da kafileye katıldı ve veryansın etti ülkücü gençliğe.

Ülkücü gençlerden Dursun Önkuzu, ETYÖ Okulu'nda solcular tarafından işkence ile öldürülüp pencereden aşağıya atıldı. İktidarın İçişleri Bakanı, katilleri arayacağı yerde, Türkocağı'nı basıp tarafsızlığını ispata gayret etti.

SBF'de M: Kuseyri isminde bir solcu öğrenciyi, yine bir solcu olan Nejat Arun öldürdü. Polis, katilin derhal tespit ettiği halde, İçişleri Bakanı bunun katili falandır diyemedi. Rektör, dekan, prof, asistan önde, bir sürü DEV-GENÇ'li arkada sol yumruklar sıkık, Mustafa Kuseyri'nin katili sağcıyı (!) telin için yürüdüler. İktidar da bel bel bakıp durdu.

Bütün sersemlikler 12 Mart'a kadar birbirini kovaladı. Şeytanla melek, mikropla ilaç, zalimle masum arasında tercihsiz, kararsız, tespitsiz olmak iktidarın politikası, idarenin icraatı ve zavallıların kanadı haline geldi. Herkes tarafsız, mutedil, dürüst olduğunu ispat etmek için "Hem ona, hem buna; hem ülkücüye hem DEV-GENÇ'e, hem sağa, hem sola karşıyım" demek alışkanlığını edindi.

Bu dangalaklığa karşı çıkan tek kişi, tek yetkili ye tek sorumlu Devlet Reisi oldu. İnönü'nün Ülkü Ocakları'nı DEV-GENÇ'ten de kötü göstermesine karşı, "Onlar vatanperver gençlerdir" diye gerçeği ilan etti.

Bundan bir buçuk yıl geçti. 12 Mart müdahalesinin birinci senesi oldu. Reform kabinesinin vaadlerine, sıkıyönetim tedbirine, ordunun iktidarına rağmen DEV-GENÇ adam kaçırdı, adam öldürdü, banka bastı, hapisten kaçtı, mahkemeye sövdü, generallere, bakanlara, hükümete faşist, satılmış, işbirlikçi dedi ve demektedir. Ülkücü gençlik ise okuluna girmekte, dersine çalışmakta, vatana millete hayırlı olmak için sükunetle yaşamaktadır. Gene de bakanlar, idareciler, politikacılar bu masum gençlere sataşmakta, suç istinat etmekte, iftirada bulunmaktadır.

Hakkaniyetli görünmek, bitaraf görünmek, mutedil görünmek için, cümle yetki ve sorumluluk sahipleri hem sağa hem sola, hem ülkücüye hem DEV-GENÇ'e karşı oldu! darını ilan etmektedirler.

Emniyet yetkilileri hala ülkücüleri takip etmekte, aleyhinde rapor tutmakta, şuradan kaldırıp buraya sürdürmek için tertipler almaktadır.

Bu kanaatsizliktir. İdraksizliktir. Tarafsızlık değil korkaklıktır. Akıldan, fikirden, mantıktan, yürekten korkmaktır.

Dündar Taşer
(3 Nisan 1975 Devlet Gazetesi)

Sayfa Bülteni

Soru ve görüşleriniz için yorum yapın: