Jean-Paul Charles Aymard Sartre

21 Haziran 1905 – 15 Nisan 1980

“Geleceği görüyorum. İşte orada, sokakta. Şimdiden daha silikçe. Daha ne bekliyor gerçekleşmek için sanki? Gelecek, bu ihtiyar kadına daha fazla ne sağlayabilir ki? İhtiyar kadın topallayarak uzaklaşıyor. Aniden duruyor. Başörtüsünden sarkan aklaşmış bir tutam saçı yana doğru itiyor. Yeniden yürümeye koyuluyor. Demin oradaydı, simdi ise burada… Hiç anlayamıyorum içinde bulunduğum durumu: Hareketlerini gerçekten görebiliyor muyum, yoksa onları tahmin mi ediyorum?

Şimdiyi gelecekten hiç ayırt etmiyorum artık. Çünkü, sürüp gidiyor bu, yavaş da olsa gerçekleşiyor; ihtiyar, koskocaman erkek ayakkabılarını sürüye sürüye ilerliyor ıssız sokakta. Budur işte zaman, hem de çırılçıplak zaman, yavaşça var oluyor. Kendini beklettirir ve geldiğinde de tiksinti verir. Çünkü zaten, uzun süredir onunla birlikte bulunulduğunun farkına varılır. İhtiyar, sokağın köşesine yaklaşıyor. Ufacık kara bir kumaş yığınından başka bir şey değildir artık o. Evet, doğru, bu, yeni bir şey. Demin orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve silik bir yenilik. Sokağın köşesini dönmek üzere ihtiyar kadın, dönüyor işte… Bitmek bilmeyen bir süreden beri.

Pencereden söküp atıyorum kendimi. Sallana sallana odada başlıyorum dolaşmaya; birdenbire aynaya yapışıp kalıyorum, kendime söyle bir bakıyorum, tiksiniyorum kendimden: Hala bitmez tükenmez bir süre daha. Sonunda, bu görüntümden kurtulup yatağın üzerine yığılıyorum. Tavana bakıyorum, bir uyuyabilsem. Sakinlik, sessizlik…”

“Bulantı”

BULANTI  / Bahar Vardarlı

Varoluşçuluk

Bireyin varoluşunun önemi Kierkegaard, Nietzche, Heidegger, Sartre, Camus ve birçok felsefeci ve yazar tarafından savunulmuştur.

Varlık “VAROLUŞ” olarak vardır. Bu varlık kendi bilincine sahip olan bir varoluştur. Varlığın kendini tanıdığı ve sorguladığı yer insan olma olanağıdır. İnsan bir özne değil, bir varoluşa sahiptir. İnsan varoluşunu gerçekleştirmek için kendi geleceğinin, olanaklarının ve projelerinin peşinde koşan SONLU ve GEÇİCİ bir varoluştur. Bir varoluş olarak önceden belirlenmiş bir öze veya kadere sahip değildir. Onun özü, kendi varoluşunu kendisi için gerçekleştirmektir.

Özü ve kaderi olmadığından insan kendini dünyaya atılmış ve terkedilmiş bulur. Dünya içinde diğer insanlarla karşılaşır, KAYGI içinde diğer şeylerle ilişkiye girer, kendini bu ilişki içinde tanımaya ve var etmeye çalışır. İLGİ ve KAYGI temel varoluş karakteridir. Ölümü başkasında gördüğü an varoluşunun sonlu olduğunu, hiçlikle karşı karşıya olduğunu anlar ve ölümle yüzleşir. Bir gün sıranın kendisine de geleceğini anlayan insan, ölüm kaygısı içinde kendi varoluşunu hatırlar ve onu gerçekleştirmenin yine kendisine ait olduğunu kavrayarak, kendisini diğer insanlardan farklı yapan OTANTİK VAROLUŞUNU YAŞAMAK ister.

Gerçekten de, Bulantı’yla başlayan roman yazarlığı başlangıçta dört romandan oluşturmayı düşündüğü Les Chemins de la liberté’nin (Özgürlüğün Yolları) üç kitabıyla 1947’de sona erer. Oyun yazarlığına daha çok bağlanmış görünür: 1943’te Sinekler’le girişir bu serüvene, Gizli Oturum (1944), Morts sans sépulture (Gömütsüz Ölüler, 1946), Kirli Eller (1948), Şeytan ve Tanrı (1951) ve Les Séquestrés d’Altona (Altona Tutsakları) ile 1959’a kadar gelir, ama orada durur. Sürekli biçimde bağlı kaldığı alanlar felsefe ile bir bakıma onun tamamlayıcısı sayabileceğimiz denemedir. Felsefe çalışmaları L’Imagination (İmgelem, 1936) ve L’Imaginaire (İmgesel, 1940) ile başlar, 1943’te bir doruğa: L’Etre et le Néant’a (Varlık ve Hiçlik) ulaşır, 1946’da Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır gelir, 1960’ta bir başka bir dorukla noktalanır: Critique de la raison dialectique (Eytişimsel Usun Eleştirisi). Deneme ve incelemeciliği daha uzun ömürlüdür: Baudelaire’le (1947) başlar, Saint Genet, comédien et martyr (Ermiş Genet, Oyuncu ve Kurban, 1952) ve Flaubert’in yaşamı üzerine çok kapsamlı bir yapıt olan L’Idiot de la famille (Ailenin Budalası, 1972) ile sürer. Bunlara uzun yıllar süresince yönettiği Les Temps modernes dergisinde yayımladığı yazılarla (Situations, 1947-1965) özyaşamöyküsel yanı ağır basan ve bir roman gibi okunan bir başka başyapıtı: Sözcükler’i (1964) de eklemek gerekir.

Dışarıdan bakıldığı zaman, bunca yapıt ve böylesine bir dağılma karşısında okurun kendisini nereye koyacağını şaşırması çok doğal görünür. Ancak, tüm bu yapıtları tek bir gövdede birleştiren bir temel etken vardır: 20. yüzyıl felsefesinin en güçlü damarlarından birini oluşturan ve Sartre’da en özgün belirimlerinden birini oluşturan varoluşçuluk. Türleri ne olursa olsun, tüm yapıtları bu felsefeden kaynaklanır. Sartre böylece değişik türler içinde aynı düşünceleri, aynı gözlemleri mi yineler? Bir ölçüde, evet: belli saptamalarını değişik yapıtlarda yeniden karşımıza çıkardığı yadsınamaz. Ama gerçek felsefe de, gerçek yazın da çetin bir yolculuktur, hep gelişir, bu yapıtlarda da Sartre’ın düşüncesinin gittikçe geliştiğine, kapsamını genişlettiğine, insanın ve çağın gerçeklerini gittikçe daha yakından kuşattığına tanık oluruz.

Her şey nedensizdir.

Konuya anlatı yapıtından girelim dersek, Bulantı’nın kahramanı Roquentin, oldukça sıradan bir adam, bir küçük kasabada, tarihsel bir kişi üzerinde araştırma yaparken, yavaş yavaş sarsıcı bir gerçeğin, dünyanın ve insanların ratlantısal, dolayısıyla fazladan, dolayısıyla gereksiz oldukları gerçeğinin ayrımına varır: “Varolmak burada olmaktır, yalnızca budur; varolanlar belirirler, rastlanırlar, hiçbir zaman bir sonuç değildirler. Sanırım, bunu anlamış olan insanlar vardır. Ancak kafalarında zorunlu ve kendi kendinin nedeni bir varlık yaratarak bu rastlantısallığı aşmaya çalışmışlardır. Oysa varoluş hiçbir zorunlu varlıkla açıklanamaz: rastlantısallık bir yanılsama, silinebilecek bir görüş değildir; saltıktır, bunun sonucu olarak da tam anlamıyla nedensizliktir. Her şey nedensizdir, bu bahçe, bu kent ve ben”.

L’Etre et le Néant’da kişilik ve toplumsal çevrenin insanı tanımlamaya yetmeyeceğini, çünkü öncelikle bir bilinç olduğunu, Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır’da “varoluşun özden önce geldiğini” kesinleyerek her türlü öz felsefesini, her türlü fizikötesini, insan konusunda her türlü nesnelliği yadsıyarak Roquentin’i doğrular. Bu doğrulamadan çıkarılabilecek ilk sonuç da insanın önceden verilmiş hiçbir güce, hiçbir değere bağlı bulunmadığı, dolayısıyla yaşamını tümüyle kendi elinde tuttuğu ve kesinlikle, sonsuzca özgür olduğudur.

Les Chemins de la liberté bu özgürlüğü ve onu kullanmanın yollarını sorgular. İçinde değişik kişilerin kaynaştığı bu üçlünün odak kişisi Mathieu Delarue L’Age de la raison’da (Akıl Çağı) karşımıza tıpkı genç Sartre gibi Paris’te bir felsefe öğretmeni olarak çıkar, tek kaygısı özgürlüktür, özgür kalmaktır. Bu nedenle evlenmeye yanaşmaz, gene bu nedenle, komünizme yakınlık duymasına karşın, partiye girmez; böylece onun için özgürlük korkunç bir yalnızlık olup çıkar. İkinci yapıt Le Sursis’de (Erteleme) İkinci Dünya Savaşı öncesinin birtakım önemli toplumsal olayları Mathieu’yü yavaş yavaş ‘toplumsal’ın önemini kavramaya ve konumunu belirleyip bir seçim yapmanın eşiğine getirir. Üçüncü yapıt La Mort dans l’âme’da (Ruhta Ölüm) Fransa’nın 1940 yenilgisi Mathieu Delarue’nün en sonunda ‘bağlanma’yı seçmesine yol açar: bir kilisenin çan kulesine tırmanır ve buradan umutsuzca düşmana ateş ederken vurulup düşer, ama gerçek özgürlüğe kavuşmuş ve yaşamını anlamlandırmış olarak. Sartre’ın tasarladığı, kimi bölümlerini de yazdığı dördüncü kitap, La Derniére chance (Son Şans) bir türlü gelmez. Nedenini kestirmek de zor değildir: hem Mathieu anlamlı ölümüyle ‘özgürlüğün yolları’na son noktayı koymuştur, hem de roman tür olarak yazarımızı fazla çekmemektedir. Bu romanların anlatı sanatına pek yenilik getirmediğini de söylemek gerekir.

Eyleme de girişmişti…

Ancak Sartre oyunlarında, yazılarında benzer sorunları irdelemeyi hep sürdürür. Bu arada, toplumsala ve toplumsal eleştiriye gittikçe daha çok yer verdiğini, bir bakıma Gizli Oturum’u özetleyen ‘cehennem başkalarıdır’ düşüncesinden gittikçe uzaklaştığını görürüz. Critique de la raison dialectique de bireyselden toplumsala doğru giden bir tutumun kesinlenmesi olarak çıkar karşımıza. Başlangıçta Husserl, Heidegger gibi filozoflardan etkilenmiş olan Sartre burada Marx’a gelir. Marksçılığı çağımızın ‘aşılmaz’ felsefesi olarak tanımladıktan sonra, kendi varoluşçuluğunu bu felsefenin içinde etkinlik gösterecek ve bireye birliğini ve özgürlüğünü verecek bir düşünce olarak tanımlar. Bu düşünce eylemi de dışlamaz. Böylece, altmışlı yılların sonlarına doğru, bu çok kısa boylu büyük adamın gereğinde sokağa da indiğine, genel gidiş karşısında direnmeyi savunan gazeteler satarak yazını ve felsefeyi eylemle birleştirdiğine tanık oluruz.

Sartre düşüncesinin radikal dönüşümü...

SARTRE ve “BULANTI”

Sartre yirminci yy.da dünyanın düşün alanını en fazla etkilemiş, hakkında pek çok olumlu ve olumsuz tartışmalar üretilmiş bir edebiyatçıdır.

1905 yılında Paris’te varlıklı ve kültürlü bir kentsoylu aileye doğar.Babası bir deniz subayı, annesi ünlü Schweitzer ailesindendir.Bir buçuk yaşında babasını kaybeden Sartre ileride:”Babam ben bir buçuk yaşımda iken ölme nezaketini göstererek, beni baba otoritesi yükünden kurtardı”diyerek aile ,toplum ,ulus vs. gibi değerlere karşı isyanını dile getirecektir.Babasının ölümünden sonra annesiyle birlikte dedesi Charles Schweitzer’in evine yerleşen Sartre,bir bilim adamı, profesör ve yazar olan dedesinin yanında,çevrenin kültürel etkileri içinde,ailenin göz bebeği harika çocuk olarak büyür.Fransa’da prestijli bir yüksek eğitim veren Ecole Normale Superieure’den 1929 yılında mezun olan Sartre felsefe doçenti olarak 1945 yılına kadar Le Havre ,Laon, ve Paris’te felsefe profesörlüğü yapmıştır.1933-34’te Berlin Fransız Enstitüsü’nde Husserl’in “Phenomenologie” (görüngübilim)’ini incelemiştir.1938’den başlayarak “Bulantı” ile roman sanatında önemli bir yenilik başlatmıştır.Savaşta meteorolog olarak orduda görev almış,bir ara esir düşse de kurnazca bir oyunla özgürlüğüne kavuşmuştur.

“Uygar”yüzyılda barbarlığa geri dönüş olan Dünya Savaşı ve (Sürrealist deneyim,derin benliğin psikolojisi,Bergson ve Husserl’in görüngübilim’i ),varoluşçuluk,absurd felsefe gibi deneyimler roman sanatını derinden etkilemişti.Bu ortamda Sartre,özgün gözlem yetisi ile “dünya’yı deşifre etme”, Psikoloji bilgisi ile(Freud, Adler ve Jung’u çok iyi okumuştu) kendini deşifre etme deneyimine girişmiştir.Araştırma araçları felsefe ve hayal gücüdür. Bir ara “Bulantı”yı yazdığı sıralarda bunalımlı bir devre yaşamış ve alışkanlık yapmadığı savunulan ,ve 4-12 saat etkili olan bir sanrı uyandırıcı Mescalin’i kullanmıştır.Görsel sanrılar eserlerine yansımış ve Sartre’a psikolojik şoklar yaşatmıştır.Sosyalizm ve komünizm ürünü”yeni insan” tipine hiç benzemeyen Sartre’a,sahip olduğu marjinal estetik anlayışı, kapitalizmin dekadan ve dejenere bir ürünü görüntüsü verir.

30’lu yaşlara gelen Sartre,153 cm boyu,çirkin fiziği,ve dökülen saçları ile ölümü düşünür.Eserlerinde, leıtmotiv olan saplantılarda defalarca dile getirdiği gibi, ilkel,doğal…biçimsiz, belirsiz,ağır, gevşek ,pörsük,ıslak,tatlımsı,baygın, bitkin,karanlık, kaygan,kuşkulu,iğrenç,yağlı,yapışkan,kalın, kaba,korkunç, müstehcen bir varoluş üstüne çullanmıştır.Üstelik yaşlandığını duyumsar ve hiçliğin huzursuzluğunu yaşar. Bir gün aynanın karşısında saçlarının çok seyreldiğini görünce “bu benim için sembolik bir felaket,ihtiyarlığın elle tutulur bir işareti oldu…”Harika çocuk ölmüştü!” diye yazar.Bu paranoya yedi yıl sürecek,Fransız edebiyatının altın yılları olan 30’lu yıllar Sartre’ın dibe battığı karanlık yıllar olacaktır.

Can sıkıntısı ve bunalım içinde geçen bu yılları Sartre şöyle anlatır:”Castor (Simone de Beauvoir’a kunduz anlamına gelen Castor adını takmıştı) ve ben Les Mouettes adlı kafede oturup başımıza hiç yeni bir şey gelmediği için dertlenirdik.Değişik özlemler içindeydik.”Düzensiz bir yaşam”,gerçeklik gereksinimi,hayal kırıklıkları , bıkkınlıklar,”yapış yapış” ve değersiz bir yaşamın pençesi altında olmayı duyumsamanın hüznü”, çocukluğumdan beri hep hayal ettiğim “büyük adam” yaşantısından ne kadar uzaktaydı!

Castor’un varlığı Sartre için büyük bir değerdi.Fakat hiçbir değeri yaşamına hakim kılmamaya kararlı olan Sartre Castor’a açıkça ve her zaman ihanet etmiş,sadık Castor bu duruma boyun eğmiştir.Sartre fizik çirkinliğine karşın hep güzel ve toplum içinde parlayan kadınlarla birlikte olmuş, ve Castor çeşitli üçgenlerin bir köşesi olmakla yetinmiştir.Bu kadınlar zaman zaman Sartre’ın bir öğrencisi, veya öğrencisinin kardeşi, ünlü bir Amerikalının eşi, ve yahut Sovyetler Birliğinde,’nomanklatura’dan seçkin bir kadın olabiliyordu.Sartre bu geçici sevgililer uğruna Atlantik ötesi veya Rus steplerine seyahat etmekten geri kalmıyordu.Buna karşın Simone de Beauvoir parlak zekası,derin kültürü ve sadakatiyle Sartre’ın ölümüne kadar sürecek hayat ve fikir arkadaşı olarak kalmıştır.Sartre’ın eserlerinin ilk okuyucusu ve değerli eleştirmeni yine Castor’du.İlk önce “Melancholia” başlığı ile yazılan “Bulantı”da Castor’un titiz eleğinden geçmiştir.

“Melancholia”nın yazılması uzun ve hummalı bir çalışmaya ve yıllarca süren doğum sancılarına mal olmuştu Sartre’a fakat eserini sunduğu Fransanın en saygın yayın evlerinden biri olan Gallimard yayınevi eseri yayınlamaya değer bulmamış, ve taslağı reddetmişti.Bu kara günlerin Sartre’ın eserlerinde yansıması, toplumun en anarşist,en düşük marjinal kesiminin,marazlı, iğrenç, müstehcen yaşantısı şeklinde olur.Bu sırada Sartre ,Simone de Beauvoir ve Sartre’ın o günlerdeki sevgilisi ve öğrencisi Olga (artık üç kişilik bir aile gibidirler) birlikte psikiyatri hastahanesini ziyaret ederler.Sartre’ın yaşamında önemli bir olaydır bu ve uzun yıllar bu ziyaretin etkilerini yaşayacaktır.

Fransız toplumu henüz ,bu hiçbir tabuyu kabul etmeyen ,özgürlük aşığı çiftin yaşamlarını, bu sapkın, ateist felsefecinin düşüncelerini hoş görmeye,ve kabullenmeye hazır değildir.Sartre’ın öğrencileri ise bu kötü giyimli,çoraplarının delikleri ayakkabısından taşan, çirkin adamın o zamana kadar duyulmamış fikirleri karşısında adeta büyülenmiş gibidirler ve hiçbir dersini kaçırmazlar. Öte yandan gençlerin velileri çocuklarının bu tanrı ve değer tanımaz garip adamın etkisinde kalmasından kaygılıdırlar.Sartre’ın işten el çektirilmesini isterler.Bir yazarın ve düşün insanının bu denli hayranlık uyandırıp,bu derece nefret çekmesi sık rastlanan bir olay değildir.Onun idolleri yıkan anti-hümanizmasına, siyasi partilerin ve kiliselerin lanetlediği radikal entelektüel bağlılığına (angajmanına) ,her olaya karışmasına , her şekle giren göçebeliğine bir çok kimse dayanamıyordu.Sartre her zaman hem hiçbir yerde hem her yerdeydi.

1940 yıllarında Alman çizmesi ile ezilmiş Fransa kendini işbirlikçi Petain hükümetine teslim etmişti.Bütün ülkede aydınların eylemsel olarak katıldığı direniş hareketinde Sartre’ın rolü hep sorgulanmıştır.O aktif olmak yerine olayı kaldırımdan izlemiştir.Sartre’ın bir ikbal avcısı olduğunu savaş sonrası satranç tahtasında kendine önemli bir yer sağlamak isteğini ,ve kahraman olma hayallerini saptamak zor değildir.Kahramanlık hayali bireysel psikolojik düzeyde değil kolektif alanda gerçekleşir.Sartre ise ,bir yazar ustalığı ile ,ulusal onurlarının kırıldığı bir devrede, Fransızlara ,ülkelerinin kahramanca bir imgesini sağlama becerisini göstermiştir.

Edebiyatçı ustalığı ve hitabet gücüyle ,Fransızlar arasında “direniş şampiyonu” unvanına ulaşmıştır.”Edebiyat Nedir?” isimli kitabında:”Sözcükler dolu tabancalardır” diyen Sartre eline tabanca almadan savaş kahramanı olmuştur.Böylece savaş sonrasının başlıca entelektüel referansı ve Avrupa düşün alanının hakimi olmuştur. “Modern Çağlar” adlı dergisini çıkarmaya, tiyatro ,roman alanında eserler vermeye, radyo konuşmaları yapmaya,siyasi toplantılara katılmaya,sanatçılar ve yazarlar üzerine yazılar yazmaya başladı. Halk Cephesinin resmi geçitlerini balkonundan izleyen, odasına kapanıp hayal ürünü görüntü oyunlarının yazarı artık otuz beş yıl boyunca kültürel ,sosyal ,politik her cephede boy gösterecektir.

Bazı askerler onun ölümünü isteyecek,evini bombalayacak.,De Gaulle onu tutuklatmaya cesaret edemeyecek,o kendisine verilen Nobel Ödülünü reddedecek, dünyanın bütün devrimcileri onun sesini duymak isteyecektir.1980 ‘de ölümünde,cenazesine on binlerce hayranı katılacak, ders verdiği sınıfın yanından geçen sokağa “Jean-Paul Sartre” adı verilecek fakat sokağın tabelası yıllar boyunca bazı kişilerce hep kirletilecektir.

Sartre 1945 yılına kadar Amerikan hayranı,sonra Amerikan karşıtı olmuştur.”Bulantı” romanında Roquentin’in jazz müziğine düşkünlüğü, Sartre’ın çıkardığı dergiye Şarlo’nun ünlü filminden esinlenerek“Modern Çağlar” ismini vermesi ,yazarın ,Amerikan sanatına saygıyla çıkardığı şapkadır.Fakat Sartre Rosenberg’lerin infazından sonra Amerika’ya ateş püskürmeye başlar.Gazetesinde:”Kuduz hastası hayvanlar” başlığı ile bir makale yazar:…”Biz mi sizin müttefikiniziz?Haydi oradan! Bu gün bizim hükümetlerimiz sizin uşaklarınızdır.Yarın halkımız kurban olacak.İşte bu kadar!”der.Kore Savaşı ,Vietnam Savaşı, Amerikanın Güney Amerika diktatörlerini desteklemesi Sartre’ın düşmanlığını körüklemiş,Amerikanın ırk ayrımcılığını acı bir şekilde betimlediği “Saygılı Yosma”piyesi de Amerika’yı hiç hoşnut etmemiştir.

Sartre’ın çalışmaları: felsefe ,siyasi gazetecilik ,sanat eleştirisi,otobiyografi,roman hikaye,tarihi antropoloji, mektup, tiyatro, film senaryosu gibi çok geniş alanlara serpilmiştir.Bu durum yazarın bilinçli bir seçiciliğinden değil ,yaşam biçiminden ve inanılmaz hırsındandır.Bıkmadan usanmadan ,delicesine çalışarak dilini geliştirmiş ve sözcüklerle bilincin gerçeğini ve eylemin görülmez nedenlerini keşfetmeye uğraşmıştır.

Sartre’ın eserleri sayısız geçitlerle birbirine bağlı takım adalar gibidir; okuyana hayal ve sanrılar,teorik istem,güçlü bir kaygı, saldırgan ve öldürücü bir şiddet arasında beklenmedik seyahatler sunar.Felsefe, roman ,tiyatro eserlerinin farklı özelliklerini koruyarak, düşün(spéculation) ile imgelemin hiç duyulmamış ve dinamik bir ilişkisini kurmuştur.Öyle ki edebi eserlerinde ne birinin ne diğerinin ötekine baskın olmadığını görürüz.Varoluşun anlamını araştırmak için çeşitli fikirleri, metinleri ve deneyimleri bir bütün halinde bir çırpıda bir araya getirir.Kafka ,Amerikan romanı,Husserl,Heidegger, Marxism üstünde sonu gelmez açıklamalar,incelemeler Sartre için yepyeni bir tür romana sıçrama tahtası olmuştur.

‘Existence’ yani ‘varoluş’ Sartre’ın ana teması olmakla beraber yazar ‘existentialisme’ terimini çok isteksiz kullanmıştır.Daha 19. yy’da Kierkegaard’ın felsefesinde var olan Varoluşçuluğu ,zaten, Sartre yaratmış değildir.Gerçi, o,insanlık gerçeğinin, dünyanın bilinciyle başladığına inanmış,’Varoluş’ kavramını felsefi projesinin merkezine yerleştirmişti.Ama ,o, ‘ism’le ifade edilen kavramların bir doktrin çağrıştırdığını düşünüyordu.(Materializm-pozitivizm-empirizm-marksizm gibi).Oysa ‘existentialisme’ bir doktrin olamazdı.O sadece insani varoluşun bir betimlemesiydi. Ruhbilim,mizaç ,karakter, yaşam analizi vs. söylemleri varoluşu saptamaya yetmiyordu.Sartre’ın gerçeğe ulaşma kaygısı, devrin aynası olan bütün yazılarında görülür.

Birinci dünya savaşının yol açtığı insanlık felaketi, 19. yy’ın romantik karamanlığını yıkıp yok etmişti.Sartre’ın çocukluğunun hayal dünyasını süsleyen Pardaillan’ın şövalyelik maceraları,Zevako’nun kolay roman kahramanları çağdaş insanla artık hiç benzeşmiyordu.Le Havre’da can sıkıntısından ölen genç felsefe öğretmeni ise kendini daha çok düşük yaşamlar ve marazi hayallerde buluyordu

Edebiyat sahnesine büyük bir yazarın çıktığını gösteren “Bulantı”, bu ruh halini betimler ve Celin’in şu alıntısı ile başlar:”O toplumsal önemi olmayan bir adam , sadece bir birey.” İşte, Roquentin’i anlatan bu cümle bir bakıma, genç Sartre’ın melankoli içindeki yaşamını da betimler.

Zaten Sartre kitabına ilk önce “Mélancholia” ismini vermiştir,ve kitabın kapak resmi ,Albert Dürer’in ‘Melankoli’adlı bir tablosu ‘nu içerir.1514 yılında büyük Alman sanatçısı tarafından yapılan bu gravür insanın derin yalnızlığını ve hüznünü betimler.

Fakat Sartre’ın büyük özveriyle ve Simone de Beauvoir’ın yapıcı eleştirileriyle ortaya çıkan eser,’Gallimard ‘ yayınevi tarafından ,çok çiğ ve kaba kısımlar içerdiği gerekçesiyle geri çevrilir .Hayal kırıklıklarıyla geçen bu kara günlerin izleri Sartre’ın yazılarında, toplumun en anarşist ,en düşük ve marjinal kesiminin hastalıklı,iğrenç,müstehcen yönleriyle yansır.Yazar üstelik, gençliğini ve hayranlarını kaybettiği paranoyasına kapılarak bir olgunluk krizine girer.Fransız edebiyatının altın yılları olan 30’lu yıllar Sartre’ın dibe battığı kara yıllar olacaktır.Sekiz yıl boyunca Sartre kendini soyutlayarak ,deli gibi çalışacak ve parlayacaktır.

En sonunda roman kabul edilir,fakat, 12 ay daha basılmayı bekleyecek,bir buçuk ay da mahkemelik olma riski içeren ve ya fazla çiğ olduğu saptanan bölümlerin ayıklanması için geçecektir.Eserin isminin de değiştirilmesi talep edilmiştir.Sartre öneriyi hiç olumlu karşılamaz, ama çaresiz kabul eder .Roman ,’Bulantı’ ismiyle, yola çıkışından 8 yıl , ve çok zor bir doğumdan sonra nihayet dünyaya gelmiştir.

Doğal olarak pek çelişkili yankılar uyandırır bu misli görülmemiş roman.Öğrencilerinin kentsoylu velileri bu çirkin fizikli ,garip kıyafetli , duyulmamış kavramlar üreten, kışkırtmacı yazarın çocuklarına öğreteceklerinden kaygı duymaktadırlar.Sartre’a göre bir yazar topluma kendi imgesini gösterir, onu,ya bu imgeyi benimsemeye ya da kendini değiştirmeye çağırır….Demek ki yazar toplumun bilincini rahatsız eder! Bu yüzden de bozmak istediği dengeyi korumaya çalışan güçlerle sürekli çatışma halindedir.(“Edebiyat Nedir”,s.91) Ama yazar yine de bir devrimci değil, baş kaldıran bir insandır.(s.147)Yazınsal yapıtın özü ise kendini öteki insanların özgürlüğüne yöneltilmiş bir çağrı gibi gören ve bütünüyle böyle olmak isteyen bir özgürlüktür…(s.164)

Roman, orta halli bir taşra kasabası olan Bouville’de ,fakir bir otel odasında yaşayan tarihçi Roquentin’in günlüğüdür.Kitabın 7. sayfasında tarihsiz bir sayfa ile başlayan günlüğün en geç 1932 Ocağının başlangıcında yazılmış olduğu belirtiliyor.Ve Ant0ine Roquentin’in Kuzey Afrika,Avrupa ve Uzak Doğu gezileri yapmış olduğu anlatılıyor.Bu yıllar iki dünya savaşı arasındaki yıllardır.Birinci Dünya Savaşını atlatmış olan Avrupa “Les années Folles”,yani, “çılgın yıllar”ı yaşamaktadır.Atlantik ötesi seyahatler ,şık arabalar,alkol,sigara modası,Harun gibi zengin Amerikalılar,Alman Nüdizmi (çıplaklık kampları),”a la garçon” kadınlar,kulüpler,hareketli danslar,sessiz sinema ile aşırı özgür hevesler,kolay kozmopolitizm tuhaf ve görülmemiş yenilikler merakı ile savaşın dehşetini unutmaya çalışmıştır Avrupa.Ve batı hızlı bir enflasyonla yaşamaktadır.En sonunda 1929 son baharında ekonomik kriz kapıya dayanmış,”Çılgın Yıllar”ın trajik sonu sürrealist hareketinin derin huzursuzluğuyla birlikte gelmiştir.Duyulmamış yenilik arayışı artık bir oyun, bir eğlence değil,çeşitli alanlarda,bir metot hatta metafizik bir gereksinimdir.

İşte bu tarihi çerçeve içinde Sartre olumsallık (contingence) üstüne fikirlerini geliştirmeye başlar, ve ‘yalnız adam’ kavramını oluşturur.(s.91)Roquentin:”Ben geçmişimi nerede saklayacağım?…”gövdemden başka bir şeyim yok benim…..Geçmiş mal mülk sahibinin bir lüksüdür.” Veya “bir an insanları sevip sevmeyeceğimi düşündüm.Ama ne de olsa bu benim değil onların pazarıydı.Benim için ne pazartesi ne pazar var”,dediğinde,konuşan,dünyaya, topluma ve kendine yabancılaşmış,taşra sosyetesinin dekor gerisini gözetleyen,ve bundan tatlımsı bir iğrenti duyan,baş döndürücü bir yalnızlık,kaygan bir sarhoşluk, ve güçlü nefretler içinde yüzen,röntgenci yalnız insandır.

Otel odasında uykusuz geçen geceden sonra cafenin sahibi madam’la gereksiz ,sıkıcı birleşme,belediye kütüphanesinde kasvetli öğleden sonraları,”kaybedecek neyim var? Ne karım ne Çocuklar,ne de bu dünyada bir misyonum”dediğinde konuşan varoluşun anlamsız boşluğunda sallanan bulantı içindeki insandır.

Giderek bir anti-roman olan bu yapıtı, Roquentin tarihi bir kişiliğin biyografisini irdelemek için yazmaya başlamışsa da, eser günlük, felsefi meditasyon,avam gerçekçilik,ve olağan dışı imgesel betimlemelerle melez bir yapıt olur.Ve bir tükeniş ve düşüş mantığını en uç noktasına kadar zorlar.Roquentin varoluşsal kuşkularını,fantastik imgesel deneyimlerini, korkusunu, ve melankolisini kaydetmeye başlar.Yazın kendini pek de iyi anlatamayan,(anlatmayan da diyebiliriz) öznel bir bilincin (conscience subjective) kıvrımlarını izler.Başka yönüyle de , ilerleme kültürü,müze sanatı, bilimin mutluluğu gibi hümanizmanın getirdiği gelenek ve değerleri paramparça eder.Derin bir melankoli ,yaşama anlam katan en küçük değerleri etkisiz kılar.

”Bulantı”nın edebi başarısı, öznel bir gerçekçilikle göz alıcı görüntü oyununu ,ve yapıtın spekülatif ilerleyişini birleştirmiş olmasıdır.Her şey romanın baş karakterinin dünyadaki duruşunu alt üst eden,küçük ve önemsiz bir olayla, bir dokunuşun gizemiyle başlar.Bu bir yanı çamura bulanmış bir çakıl taşının uyandırdığı,sıradan bir duyusal etkinin çok ötesinde bir iğrentidir.

Sartre bu anlamsız an’ı varoluşsal bir olaya dönüştürür, ve sanrısal (hallucinatoire) saplantılara yol açan metaforik bir yapı oluşturur.Kişinin bedeni hayvani ve bitkisel dönüşümlere uğrar.(s.166-167-168),Eşyalar canlanır (vagondaki banket,”kırmızı renkli binlerce küçük bacağını kıpırdatır”),(at kestanesi ağacı pençesini toprağa daldırır.) vs.

Varlıklar kendi isimlerinden ve işlevlerinden kurtulup değişken maddelerin akıntısında yüzerler.Bu öznel çılgınlık, sıradan varoluşun kofluğunda olağan üstü geçitler oluşturur ve yazını büyülü ve iğrendirici kılar.Sartre bu görüntü oyunlarını felsefi bir açıklama adına yazınının emrine vermiştir.Can sıkıntısı,ve anlamlarından kurtulan eşyanın deneyimi varoluşsal bir gerçeği ortaya çıkarır: bu rastlantısallığın gerçeğidir.Bu sözcük (olumsallık-rastlantısallık-‘contingence’) metnin ortasında kendini gösterir (s.176) “Olağan üstü bir andı bu.Hareketsiz, donmuş,korkunç bir kendinden geçişle buradaydım.Ama bu kendinden geçişin tam içinde yepyeni bir şey beliriyordu.Bulantıyı anlıyor,onu elime geçiriyordum.Aslında buluşlarımı söz haline getirmiyordum(!) Ama şu anda onları sözcük haline getirmenin kolay olacağını sanıyorum.Bütün bunların özü olumsallıktır.Yani varoluş zorunluluk değildir demek istiyorum.Varolmak burada olmaktır sadece.Varolanlar ortaya çıkarlar .Onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkarsayamayız (déduire) onları……Ama onlar kendi kendinin nedeni olan zorunlu bir varlık uydurarak bu olumsallığı aşmaya çalışmışlardı.Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz.Çünkü olumsallık bir sahte görünüş,ortadan kaldırılabilecek bir dış görünüş değildir, mutlak olanın kendisidir, bu yüzden yetkin bir temelsizliktir(gratuité parfaite).Şu bahçe şu kent, ben kendim, her şey nedensiz ve temelsizdir.Bunun farkına vardığınız zaman yüreğiniz bulanır….her şey salınmaya başlar .Bulantı budur işte…”Yani kısaca,

“Olumsallıkların (rastlantısallıkların) kaynaşmasıyla salınan varoluş, bulantıdır.”

Böylesi bir biçem,bu tür bir programlama akıllara bir tez romanı karşısında olduğumuzu getirebilir.Oysa Sartre’ın derin özgünlüğü edebi yazın ile felsefe dilinin hiç duyulmamış bir bütünlüğünü yakalamış olmasıdır.Ona göre edebi metin,hiçbir zaman geliştirilmiş bir tez üstünde ,dışarıya taşan bir teori betimlememelidir.Sartre’ın yaptığı,sadece kavramla açıklanamayan,anlatımı için edebiyatın bütün kaynaklarına gereksinimi olan ve çok ince bir işçilikle ortaya çıkarılabilen bir olgu, bir gerçek ve bir deneyimdir. Çünkü, yazarın keşfetmek istediği varoluş gerçeği, en ince ,en narin olgulardadır.Bu ise ‘yaşanmış’a saygılı,ve onu düşüncel bir formülleştirme içinde ezmeyecek bir yazın gerektirmektedir.

Sartre,Kafka,Joyce,Rabelais,Dostoievski ,Flaubert, Céline,Proust,Neitsche’nin bir hülasası gibidir.Ona, zaman zaman ‘Fransız Kafka’, ‘filozof romancı’,’kan dökücü mizahçı’ gibi sıfatlar verilmiştir.

“Mürekkep kara safradır!”,derler, melankoli çağlar boyunca edebiyatçıyı gütmüş, ona esin kaynağı olmuştur.Buna ister bir hastalık,ister günah, ister yazarın marazi zevki densin, melankoli her zaman yazma dürtüsüne eşlik edebilir.Sayısız sanat eserini üne kavuşturan melankoli ,dünyanın hayal kırıklığı yaşadığı zamanlarda eşsiz bir güncelliğe bürünür.Fakat büyük eserlerin özünü oluştursa da ,toplumun genç ve fazla duyarlı kesiminde etkileriyle trajik boyutlara ulaşabiliyor.Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” adlı romanının zamanının gençleri arasında intihar furyası yarattığını bilmeyen yoktur.Sartre’ın benzer etkileri 22.7.1950 tarihli “Humanité” gazetesinde çıkan bir haberde gözler önüne seriliyor:”Saint-Antoin’de hemşire 21 yaşındaki Monique ‘varoluşsal korkular ve iç daralması’ yaşadığı için kendini zehirledi’”

Pekiyi 26 cilt eser yazmış, sınıflandırmaya sığmayacak kadar çok sayıda ve çeşitli yazılar araştırmalar, makaleler üretmiş olan Sartre ,acaba ruh sağlığı bozuk bir insanmıydı?

Bu konuya edebiyat tarihinde misli görülmemiş bir çalışma :”Sartre’ın Gerçek Gizemini Aydınlatacak Bir Psikanaliz”biraz ışık tutuyor.Amerikalı bir Psikanalistin çalışmasıdır bu ve 7000 soru işaretine cevaptan ibarettir.Çok kısaca sonuç:Sartre’ın bir-iki yaşlarında önemli bir ruhsal trauma geçirmiş olduğunu,anlam veremediği ve onu alt üst eden bir olaya tanık olarak derin bir kaygıya düştüğünü,bu yüzden huzursuz, kararsız ve parçalanmış bir kişilik geliştirdiğini;suçluluk duygusu ve bilinç altında kendini cezalandırma dürtüsüyle gözlerinde şaşılık oluşturduğunu,Kişiliğinin bir tür teşhircilik (“Yazmak kalabalıklar içinde soyunmaktır” sözünü anımsayalım) , homoseksüelliğe eğilim ve nihayet mazoşizm içerdiğini saptıyor.

Genel tanı:Sartre’ın normal, Parlak zekalı, düşünme yetisi yüksek ve sağlıklı olup ,marazi eserlerini geçmişinin karabasanlı imgelerinden kurtulmak için yazdığı saptanmış.Eğer yazmamış olsa idi ruh sağlığının tehlikede olabileceği ‘düşünülmektedir”deniyor.

“Bulantı”nın son sayfasında Antoine Roquentin “….ama kitabın yazılıp bittiği,ardımda kaldığı bir an gelecek ve öyle sanıyorum ki,onun aydınlığının azıcığı geçmişimin üzerine düşecek.Belki o zaman bu kitap sayesinde hayatımı tiksinti duymadan hatırlayabileceğim.” Sözleri,yazarın kendi bilinç altında keşfetmiş olduğu,dengesizliğini tedavi yöntemi değil midir?

Hayatı

Sartre ve Beauvoir'in mezarı

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve ” Les Temps Modernes ” adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği’ni desteklemiş, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. ” 121’lerin Bildirgesi ” olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı’nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi’nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre’ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler’in Prag’a müdahalesinin ve Fransa’daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973’te Liberation’u kurmuştur.

1974 yılında Sartre’ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı’nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980’de Paris’te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.
Sartre’ın Varoluşçuluğu

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha cok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal’a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir sekilde anlasilan varolusculuk anlamında bir felsefe egilimdir elbette, yoksa varolusculugun argümanlarinin bir kismini, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa cok daha öncelerde, örnegin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadir. Ama bir felsefe egilimi olarak Varolusculugu Pascal ile birlikte ele alip degerlendirmek yaygin bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.

Daha sonralari, Soren Kierkegaard tam olarak belli bir sekil verir varolusculugun anlasilmasinda. Buna göre dünyadaki insanin varolusu bir problematiktir ve felsefenin sorusturulmasi bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyleki hem edebiyat alaninda hem de felsefe alaninda etkili olmus ve cesitli sekillerde temsilcilerini bulmustur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varolusculuk dendiginde akla gelen ve modern varolusculugun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

Sartre’ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacagını belirler. Bu, “varoluş özden önce gelir” sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alcak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak sekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik oldugu görülür. İnsan belirli bir bütünlügün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyleki, insan kendi özgürlüğüne de mahküm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

Öte yandan varoluşçuluk belirtildigi gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre’ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümaizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Varoluşçuluk Hümanizmdir’der Sartre ve bu şekilde bir metni vardır.

Bulantı

Bulantı, Sartre’ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte’ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (” kendinde şey “), insana bulantı duygusu verir; cünkü gerceklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, ” kendi-için-şey ” dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak “Varlık ve Hiçlik” kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı’da edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin’dir. İlk kez yerde gördügü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını farkeder; çünkü bu anda varolusun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı.Dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı’dır bu. Sartre’a göre hissedilen bu bulantı hissi,kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Varoluşçu Marksizm

Sartre’a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; Marksizm hümanizmdir, der Sartre.

Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, “çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu” saptamasını yapar. Bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur Sartre’a göre. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve “insanlık tarihinin tek geçerli yorumu”nun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. “Hiç olmazsa zamanımız için”der Sartre, “marksizm aşılamazdır”.

Sartre ve Aydın tavrı

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre’ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavir sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, “çağının tanığı ve vicdanı” diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre’ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergiledigi aktif aydın tavrıdır da. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre’ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre’ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre’ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski’nin sözünü onaylar niteliktedir; “her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur”. Bu söz Sartre’ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda Aydının tavrının da iyi bir açıklanması gibidir.

Kitapları

Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say Yayınları.
Altona Mahpusları, çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Diyalektik Aklın Eleştirisi
Edebiyat Nedir?, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Sözcükler, çeviren: Bertan Onaran, Payel Yayınları.
Yazınsal Denemeler, Payel Yayınları.
Bulantı, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları.
İmgelem, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Baudelaire, çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları.
Ego’nun Aşkınlığı, çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım Yayınları.
İş işten Geçti, çeviren: Zübeyir Bensen, Varlık Yayınları.
Varlık ve Hiçlik , (Çeviren: Turhan Ilgaz, Gaye Çankaya Eksen), İthaki Yayınları, 2009
Duvar, çeviren: Eray Canberk, Can Yayınları.
Çark, çeviren: Ela Güntekin, Telos Yayıncılık.
Akıl Çağı (Özgürlük Yolları 1), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Yaşanmayan Zaman (Özgürlük Yolları 2), çeviren: Gülseren Devrim.
Tükeniş (Özgürlük Yolları 3) (bazıları Ruhun Ölümü bazıları da Yıkılış olarak çevirmiştir), çeviren: Gülseren Devrim, Can Yayınları.
Toplu Oyunlar (Gizli Oturum, Mezarsız Ölüler, Sinekler, Kirli Eller, Şeytan ve Yüce Tanrı, Saygılı Yosma), çeviren: Işık M. Noyan, İthaki Yayınları.
Hepimiz Katiliz (Sömürgecilik Bir Sistemdir), çeviren: Süheyla Kaya, Belge Yayınları.
Tuhaf Savaşın Güncesi, çeviren: Z. Zühre İlkgelen, İthaki Yayınları.
Yöntem Araştırmaları, Kabalcı Yayınevi.
Aydınlar Üzerine, çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları.
Yahudi Sorunu, çeviren: Serap Yeşiltuna, İleri Yayınları.
Estetik Üstüne Denemeler, çeviren: Mehmet Yılmaz, Doruk Yayınları.

Sayfa Bülteni

Soru ve görüşleriniz için yorum yapın: